Hayatın hatemi ruhumdaki yangı
İyileşmeye yeltendim bahara çıkıp
Hastalığın perçemi gözümün önüne düştü
Niyetimin ortasına saplandı süngü
Sarnıca girdim, su dökündüm
Perçemi yana çaldım, kanı yıkadım
Beni değişmez yere çark ettirdi döngü
Sırtımda çamurlu çaput, diktiğim yerden söküldü:
Gıcırtılı adım attım, duyan çalı bana takıldı.
Susulur gibi değil kırgın şafak, eksik basamak.
Durgun olan her su nazarımda yergi
Meylettim ırmakları kabından taşırmaya
Oysa sadece, su içinde çırpındırdı beni yargı.
Boğulsam kurtulacaktım; kıyıdan dal uzattı,
Beni mükellef saydı sorgu.
Aralamalıyım ardına beni kapayan her kapıyı
Yol ver, bahtıma çakılmış sürgü.
Aklımı çelen, gövdemi uyuşturup beni girdaplara daldıran,
Kanıma durmadan zehrini aşılayan baldıran
Neden bana nasip değil; bir söğüdün gölgesinde yaşamak.
çok yalnızım be atam
19 Kasım 2021 Cuma
31 Ekim 2016 Pazartesi
dağıldı yağmur kokan tenlerin hoşluğu
toprağı okşayan ayaklar topraktan ayrıldı
çünkü ruhsuz birinin icadıdır şemsiye
çünkü şimdi topraktan sadece dikenler dirilir
dokunuşlar bitik artık, abanmalar gözde
çağ sızısı taşımazsan eğer ve
hiç kimse seni sevmeyebilir
sar beni, sakla kaygımla örülü cibinlik
ne tarafa yüz çevirsem
o gülüşlerle bezeli hainlik
bir bıçak sapından kavranıp çevrilir içinde
adı sahte ısrardır, kanından çay demlenir
biri yüzüne somurtuyorsa candan
seninle hiç bir işi yok demektir
ve seni bütün bunlardan ayrı tutuyorum
sen bu hayattan önce, bu hayattan öte
harcın başka türlü karılmış senin
sevişinde ne hırs, ne tamah birikir
gelmezsin, yazgımız değil, tenime değmez tenin
anlıyorum seni başımı çatlatarak
ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmi bir.
toprağı okşayan ayaklar topraktan ayrıldı
çünkü ruhsuz birinin icadıdır şemsiye
çünkü şimdi topraktan sadece dikenler dirilir
dokunuşlar bitik artık, abanmalar gözde
çağ sızısı taşımazsan eğer ve
hiç kimse seni sevmeyebilir
sar beni, sakla kaygımla örülü cibinlik
ne tarafa yüz çevirsem
o gülüşlerle bezeli hainlik
bir bıçak sapından kavranıp çevrilir içinde
adı sahte ısrardır, kanından çay demlenir
biri yüzüne somurtuyorsa candan
seninle hiç bir işi yok demektir
ve seni bütün bunlardan ayrı tutuyorum
sen bu hayattan önce, bu hayattan öte
harcın başka türlü karılmış senin
sevişinde ne hırs, ne tamah birikir
gelmezsin, yazgımız değil, tenime değmez tenin
anlıyorum seni başımı çatlatarak
ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmi bir.
5 Haziran 2016 Pazar
bir günde nasıl cahil bırakıldığımın alfabesidir
Bir şeyden bahsetmek gerektiğinde, nasıl olup da bir türlü sadede
gelemediğimi düşündüm. Kaç adet sadet böyle heba oldu, bunun kafiyesini
tutmaya parmak yetmez. Ama sanki bu sefer tam da parmak basılması
gerekilenin kaçacak bir yeri kalmamış, işte şimdi köşeye sıkışmış da
içgüdüsel bir tepkiyle olduğundan daha büyük görünmeye kalkışmış,
korkusundan cesaret zırhı bürünmüş yani ve cümlenin nasıl başladığı
akıllardan çıkmış bir halde, neyin nereye vardığının, varılacak hiçbir
şey kalmamışsa da, önemine binaen, belki bir şeytan bacağı şansa kurban
edilip erek nihayete erecek umuduyla, bir kez daha hayal kırıklığına
uğramayı göz önünde bulundurarak ama göz ardı etmeye de hazır, bazen
birden bire tertemiz bir başlangıç arzusu duyarak, mesela bütün
sıfırları atabilse insan hayatından ve aniden yükselse değeri,
halbuki alınıp verilecek hiçbir hesabın olmadığı bir gariplikte, ya
değindiğine değmezse diye düşünmeden, ama ömür böyle geçmez, çünkü
niyeyse hep bitmek bilmez uzatmalarını yaşıyormuşum gibi hayatımın
halbuki yenildiğim de belli, lakin uzanacak yer yoktu ben de ayakta kaldım,
gereksiz bu hengameyi, elimden tut diyecektim, söylemeye elim gitmedi.
İnsan olmanın kaçınılmaz sonuçları vardır. İnsan bu, birazcık rahata hemen tav olur ya da mesela ölüm tam da yanı başındadır ki karnı acıkır. İnsan olmak tam da böyle bir şeyken, insan insanlığından utanır.
Tarih, on apartmanı vardı diye kimseyi hatırlamayacak. Ya da şu takıların hesabı hiçbir kitapta geçmeyecek. Acıkınca ne yesem diye bütün derdin buymuş gibi düşündün, üstelik hem ne yediğini hem de bunu ne zaman düşündüğünü bile unuttun. Çok değil sana iki dün öncesinden bahsediyorum. Neler geçiyor, öksürüğün bile geçti. Demek ki diyorum bambaşka bir gerçek var. Değil mi ki tutup tekrar bağlamayacaklarını bilse, insan ne güzel gerçeklikten kopar. Bulunmuş ve yahut bulunmasına kesin gözüyle bakılan değil, aranılacak bir şey anıyorum. Daha büyük daha derin, tam da o esnada tuhaf bir hakikatle yer çekimi zonkluyor şakaklarında, peki nerede olabilir çorabımın teki? Zor mu ki şuraya cennetten bir köşe tasviri, ya da iplerine tertemiz çamaşırlar astığın bir bahçenin betimlemesi, insanın aklının odaları, kendi mevsimi. Hayır sonsuzluktan bahsetmiyorum. Sonu gelene kadar sürecek bir ebediyet, insanların sözlerinin arkasında durmadığı, arkasına saklandığı bir dünyadan öte ve uzak, ne tanrılık, ne tanrıcılık hevesi. Başımı omzuna koyduğumda bir an, belki hayatımda ilk defa dile getirebilecektim neredeyse ne demek istediğimi. Binlerce yılın bilediği bir keskinlikten sesleniyorum sana, bilesin, tarih de kalmayacak. Ben bu dünyadan çıkacağım, vaktin varsa benimle gelir misin diyecektim, söylemeye dizim tutmadı.
İnsan olmanın dayanılmaz acıları vardır. Sıksan, acı belki parmak uçlarından sağılır. Ama her nasılsa herkes dayanır, ya kendi acısına ya da acısına dayanacak öteki bir varlığa. İnsan tam da böyle, bir ağızdan nefes alır.
Gerçekten daha önemli bir şey yapacak mısın ya da başka bir meşgale bulsan daha değerli sayılacak mı hayatın, tamamını şu tablonun karşısında kıpırdamadan geçirmekten. Neler için heba etmedin, hayatını biraz da benim için heba etsen diyen bir canavar olabilse insan keşke. Başkalarının iki dudağının arasında olmak, kim aksini ileri sürebilir, daha kabul edilebilir bir şey olsun, kendi tablosunda insanın burnunun sürtülmesinden. Yasasız bir başıboşluk, apansız bir saçmalık, rüyalarına giren serabın kuma bulanması, bir suret bulması, tanımlanması, kavranması değil, iki insanın birbirinin karanlığını bir koz olarak kullanma gereği duymadan çırılçıplak kalması, bir titreyiş ve boyun eğiş ki onun yeryüzünü sarsması, eğer orada birbirine vefalı bir kayıtsızlık için gerekirse hiç dokunmadan, gözünü sakınmadan yokuşlardan yok oluşlardan, harap ediş ve bir kez dahi pişman olmayı aklının herhangi bir köşesinden geçirmeden, başlamalardan ve bitmelerden, bir ödev olarak değil, bilmen gerektiğinden değil de sadece bilmeye hakkın olduğundan, öfkesinin şiddetinden değil, dokunuşunun merhametinden, buna nasıl izin verdim diye düşünmeden, dünyaya doğru eğilmeden ama onu görmezden de gelmeden, aklı zorlayan bir şeyden, hiçbir şey bilmiyorum, hiç değilse avucumda tuttuklarım avuçlarında dursun diyecektim, söylemeye takatim yetmedi.
İnsan olmanın anlatılamayacak tarafları vardır. O yüzden bu bahse hiç girmiyorum. Ama bahse girerim ki mutlaka bir dil bulacaktım, en azından iki kişilik. Gel gör ki insan tam da böyle, insan olmasını aşacakken, yaptığı hesapla kalır.
İnsan olmanın kaçınılmaz sonuçları vardır. İnsan bu, birazcık rahata hemen tav olur ya da mesela ölüm tam da yanı başındadır ki karnı acıkır. İnsan olmak tam da böyle bir şeyken, insan insanlığından utanır.
Tarih, on apartmanı vardı diye kimseyi hatırlamayacak. Ya da şu takıların hesabı hiçbir kitapta geçmeyecek. Acıkınca ne yesem diye bütün derdin buymuş gibi düşündün, üstelik hem ne yediğini hem de bunu ne zaman düşündüğünü bile unuttun. Çok değil sana iki dün öncesinden bahsediyorum. Neler geçiyor, öksürüğün bile geçti. Demek ki diyorum bambaşka bir gerçek var. Değil mi ki tutup tekrar bağlamayacaklarını bilse, insan ne güzel gerçeklikten kopar. Bulunmuş ve yahut bulunmasına kesin gözüyle bakılan değil, aranılacak bir şey anıyorum. Daha büyük daha derin, tam da o esnada tuhaf bir hakikatle yer çekimi zonkluyor şakaklarında, peki nerede olabilir çorabımın teki? Zor mu ki şuraya cennetten bir köşe tasviri, ya da iplerine tertemiz çamaşırlar astığın bir bahçenin betimlemesi, insanın aklının odaları, kendi mevsimi. Hayır sonsuzluktan bahsetmiyorum. Sonu gelene kadar sürecek bir ebediyet, insanların sözlerinin arkasında durmadığı, arkasına saklandığı bir dünyadan öte ve uzak, ne tanrılık, ne tanrıcılık hevesi. Başımı omzuna koyduğumda bir an, belki hayatımda ilk defa dile getirebilecektim neredeyse ne demek istediğimi. Binlerce yılın bilediği bir keskinlikten sesleniyorum sana, bilesin, tarih de kalmayacak. Ben bu dünyadan çıkacağım, vaktin varsa benimle gelir misin diyecektim, söylemeye dizim tutmadı.
İnsan olmanın dayanılmaz acıları vardır. Sıksan, acı belki parmak uçlarından sağılır. Ama her nasılsa herkes dayanır, ya kendi acısına ya da acısına dayanacak öteki bir varlığa. İnsan tam da böyle, bir ağızdan nefes alır.
Gerçekten daha önemli bir şey yapacak mısın ya da başka bir meşgale bulsan daha değerli sayılacak mı hayatın, tamamını şu tablonun karşısında kıpırdamadan geçirmekten. Neler için heba etmedin, hayatını biraz da benim için heba etsen diyen bir canavar olabilse insan keşke. Başkalarının iki dudağının arasında olmak, kim aksini ileri sürebilir, daha kabul edilebilir bir şey olsun, kendi tablosunda insanın burnunun sürtülmesinden. Yasasız bir başıboşluk, apansız bir saçmalık, rüyalarına giren serabın kuma bulanması, bir suret bulması, tanımlanması, kavranması değil, iki insanın birbirinin karanlığını bir koz olarak kullanma gereği duymadan çırılçıplak kalması, bir titreyiş ve boyun eğiş ki onun yeryüzünü sarsması, eğer orada birbirine vefalı bir kayıtsızlık için gerekirse hiç dokunmadan, gözünü sakınmadan yokuşlardan yok oluşlardan, harap ediş ve bir kez dahi pişman olmayı aklının herhangi bir köşesinden geçirmeden, başlamalardan ve bitmelerden, bir ödev olarak değil, bilmen gerektiğinden değil de sadece bilmeye hakkın olduğundan, öfkesinin şiddetinden değil, dokunuşunun merhametinden, buna nasıl izin verdim diye düşünmeden, dünyaya doğru eğilmeden ama onu görmezden de gelmeden, aklı zorlayan bir şeyden, hiçbir şey bilmiyorum, hiç değilse avucumda tuttuklarım avuçlarında dursun diyecektim, söylemeye takatim yetmedi.
İnsan olmanın anlatılamayacak tarafları vardır. O yüzden bu bahse hiç girmiyorum. Ama bahse girerim ki mutlaka bir dil bulacaktım, en azından iki kişilik. Gel gör ki insan tam da böyle, insan olmasını aşacakken, yaptığı hesapla kalır.
28 Ocak 2016 Perşembe
Bunun konumuzla ne alakası var?
İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur diyorlar. Bundan büyük felaket bilmediğim gibi bunun verdiği endişeden daha acı bir şey de düşünemiyorum. Düşün, ilkokula başlamışım, beslenme saati diye bir şey var. Sanki lüks bir restorana oturmuşsun da hangi çatalı önce kullanacağını bilemezsen, yemeğini önünden alacaklarmış ve sen açlığa mahkûm olacakmışsın gibi bir yabancılık. Daha ilk gün, beslenme çantama annemin koyduğu zeytinleri, ekmeğin arasına doldurup yeni tanıştığım bir arkadaşımla okulun bahçesine çıkıyorum. Sonradan öğrendim, beslenme saatini sınıfta geçirmek gerekmiş. Dünyadan haberdar olmak nasıl mühimse, sokakta bir şeyi kaçıracağım düşüncesinin yaptırmayacağı şey yokmuş sanki. Büyük abim, acayip kızardı, sokakta bir şey yiyip içme meselesine. Görünce fırçayı basardı. Ki abim bu konuda, oldukça göz dolduran ve korkutan bir yeteneğe sahip idi. Bir sefer yarım ekmeği dişleyerek sokakta dolanırken, aniden karşıdan belirdi. Hayatta kalma refleksiyle, yarım ekmeği, süveterimin altına sakladım. Abim yaklaştı, hal hatır etti. Yarım ekmeğim, süveterin içinden düşüp kendini açık etmiyor ama dikkatlerden de kaçmıyordu. Ne var orada diye sordu abim. Elimi süveterin altına götürüp ekmeği çıkardım. Yüzüne bakamıyorum, zaten boyum bir metre, ekmeği kesiyorum ben de. Hadi git evde ye onu dedi. Kızmadı diye o kadar şaşırdım ve sevindim ki ekmeğin içinde birden bolca sürülmüş çikolata belirdi.
Sanırım o zamanlar açılmaya başladı, hayat pergelinin bir ucunun diğer ucuyla arasındaki mesafe. Evde muazzam bir tertip ve düzen, dışarıda her gün kavga. Sabahın köründe evden çıkıp, sokaktan el etek çekilinceye kadar dönmüyorum. Arada bir ekmeğin arasına bir şeyler koymak için uğruyorum eve sadece. Gerek kendi mahallemizdeki, gerekse civar mahallelerdeki çocuklarla kavga etmemiz için, karşılaşmış olmamız yeterli bir sebep olarak görünüyor. Zaten büyüdüğüm yerde kavganın eksik olduğunu hiç görmedim. Zibidi diye tabir edilen adamlarla aynı havayı soluyup, etkilenmemek mümkün olmasa gerek. Diğer taraftan büyük iki abim, mahallenin okumuş tek çocukları. Hem okumuşlar, hem de eve kitap almışlar. Haliyle ondan da etkilenmiş büyüyoruz. Henüz on üç on dört yaşında, ya memleketin bütün serserilerinin bir şekilde müdavimi olduğu atari salonuna gidip, göz gözü görmez bir dumanın içinde üç jeton alıp saatler geçiriyorum, ya da bir binanın ikinci katındaki kütüphaneye gidip kitap okuyorum. Platon'un Devlet'ine ilk orada göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi ayrımlar, her iyinin hoş olmak zorunda olmadığı gibi, her güzelin de iyi olmasının gerekmediği gibi enteresan fikirler aklımda dönüp duruyor. Bir yere konumlandırabildiğim yok ama enteresan geliyor. Sonra dışarı çıkınca, yine kaçınılması mümkün olmayan bir şiddet sarmalının içinde buluyorum kendimi. İçimle dışım senkronizasyon sorunu yaşıyor. Evde şiir okuyup incelttiğim ruhumu, dışarıda bir canavara dönüştürmek zorunda kalıyorum. Lisede, daha biraz önce yan sınıftakilerle kafa göz birbirimize girmişiz, hoca sınıfa gelince oku da bir şiir dinleyelim diyor. Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun diye sayıklıyorum. Spor salonda kum torbası dövmekten, kaval kemiklerim beton gibi oluyor, akşam yatarken ney taksim dinlemeden gözlerimi kapatmıyorum. Bir taraftan, kara çocuklarla futbol oynuyorum. Diğer taraftan da daha beyaz sayılabilecek arkadaşlarımla basketbol sahasında koşturuyorum. Bazen küçülüp bir kuş gagasına susam oluyorum, bazen kıymetimden kendimi koyacak yer bulamıyorum. Şimdi de yetmişine gelmeden biraz değişsen diye kendime tavsiyede bulunuyorum, sonra, ulaşabileceğin bir mükemmellik kalmadı diye kendimi teskin ediyorum. Konuşmayı beceremem dedim diye, küfretmekten de anlamam sayılıyorum. Bir yere girince fark edilmedim diye, fark da yaratamam sanılıyorum. Sanma ki kendimi ele veriyorum diye, seninle eşit olmuş oluyorum. Belki biraz burun sürtülmesi lazımdır bana. Ya da parlak zihnime birazcık daha cila. Bu uyaktan haz etmiyorum. İçimde müthiş bir yazma arzusu duyuyorum, dışımdan ben şimdi bundan niye bahsettim ki sorusunu soruyorum. Evde yakışıklı diyorlar, dışarıda da kendimi öyle sanıyorum. Bazı şeylerin farkına vardım ama hala kendimi, "Selam, ben annemin en yakışıklı oğluyum" diye tanıştırıyorum.
Sanırım o zamanlar açılmaya başladı, hayat pergelinin bir ucunun diğer ucuyla arasındaki mesafe. Evde muazzam bir tertip ve düzen, dışarıda her gün kavga. Sabahın köründe evden çıkıp, sokaktan el etek çekilinceye kadar dönmüyorum. Arada bir ekmeğin arasına bir şeyler koymak için uğruyorum eve sadece. Gerek kendi mahallemizdeki, gerekse civar mahallelerdeki çocuklarla kavga etmemiz için, karşılaşmış olmamız yeterli bir sebep olarak görünüyor. Zaten büyüdüğüm yerde kavganın eksik olduğunu hiç görmedim. Zibidi diye tabir edilen adamlarla aynı havayı soluyup, etkilenmemek mümkün olmasa gerek. Diğer taraftan büyük iki abim, mahallenin okumuş tek çocukları. Hem okumuşlar, hem de eve kitap almışlar. Haliyle ondan da etkilenmiş büyüyoruz. Henüz on üç on dört yaşında, ya memleketin bütün serserilerinin bir şekilde müdavimi olduğu atari salonuna gidip, göz gözü görmez bir dumanın içinde üç jeton alıp saatler geçiriyorum, ya da bir binanın ikinci katındaki kütüphaneye gidip kitap okuyorum. Platon'un Devlet'ine ilk orada göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi ayrımlar, her iyinin hoş olmak zorunda olmadığı gibi, her güzelin de iyi olmasının gerekmediği gibi enteresan fikirler aklımda dönüp duruyor. Bir yere konumlandırabildiğim yok ama enteresan geliyor. Sonra dışarı çıkınca, yine kaçınılması mümkün olmayan bir şiddet sarmalının içinde buluyorum kendimi. İçimle dışım senkronizasyon sorunu yaşıyor. Evde şiir okuyup incelttiğim ruhumu, dışarıda bir canavara dönüştürmek zorunda kalıyorum. Lisede, daha biraz önce yan sınıftakilerle kafa göz birbirimize girmişiz, hoca sınıfa gelince oku da bir şiir dinleyelim diyor. Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun diye sayıklıyorum. Spor salonda kum torbası dövmekten, kaval kemiklerim beton gibi oluyor, akşam yatarken ney taksim dinlemeden gözlerimi kapatmıyorum. Bir taraftan, kara çocuklarla futbol oynuyorum. Diğer taraftan da daha beyaz sayılabilecek arkadaşlarımla basketbol sahasında koşturuyorum. Bazen küçülüp bir kuş gagasına susam oluyorum, bazen kıymetimden kendimi koyacak yer bulamıyorum. Şimdi de yetmişine gelmeden biraz değişsen diye kendime tavsiyede bulunuyorum, sonra, ulaşabileceğin bir mükemmellik kalmadı diye kendimi teskin ediyorum. Konuşmayı beceremem dedim diye, küfretmekten de anlamam sayılıyorum. Bir yere girince fark edilmedim diye, fark da yaratamam sanılıyorum. Sanma ki kendimi ele veriyorum diye, seninle eşit olmuş oluyorum. Belki biraz burun sürtülmesi lazımdır bana. Ya da parlak zihnime birazcık daha cila. Bu uyaktan haz etmiyorum. İçimde müthiş bir yazma arzusu duyuyorum, dışımdan ben şimdi bundan niye bahsettim ki sorusunu soruyorum. Evde yakışıklı diyorlar, dışarıda da kendimi öyle sanıyorum. Bazı şeylerin farkına vardım ama hala kendimi, "Selam, ben annemin en yakışıklı oğluyum" diye tanıştırıyorum.
8 Ocak 2016 Cuma
Üç
dün
bilmeni isterim ki canımıniçi
son iki yüzyılında dünyanın
ellerinin değip de güzelleştiremediği
hiçbir şey yokken, kendime bakıp da utanıyorum
nasıl oluyor sahi ve özlemimden soruyorum
ben ebedi bir hata olarak bana
uzaksa uzak, bir de senin gözlerinden yol alıyorum
sen başka bir şehre gideceksin diye
oturup ayakkabılarını boyuyorum
oradan ne getireyim sana diyorsun
ben hep, sen gel yeter istiyorum
ama uzaklık, sevdiklerimin yurdudur madem
ve laftan sözden anlamaz bir çocuk ısrarım
öyleyse ben de geliyorum
gözlerimle gördüm, üç gündür komada bir çiçek tarlası
kim bilir belki uykusunda su içiriyorlar ona
bir de sanki dudağında ömer fısıltısı
elinden geliyorsa elimden tut diyorum
elinden gelmiyor ve ben dünkü çocuk
birdenbire büyüyorum
bugün
burada her şey kandan ve kirden yapılma
bense sular altındayım fakat
şüphesiz ki ortağı olduğumdan bu hırsın
ellerimi hiç duru hissetmiyorum
bir fotoğrafımız var, boynuna sarılmışım
sanki bir tek orada anlam bulmuş bu eller
başka ne işe yarar bilmiyorum
olacağı bu ya, öncekiler gibi her gün
ben sabahlara bir hatıra bölüştürüyorum
her şeye biraz sen, her birazda her şey sen
birazdan çağırmanla uyanıyorum ve
hazırladığın bir sofrada senin gönlün olsun diye
yüzlerce ihtimal arasında
bir ihtimal hayatta kalıyorum
yarın
bilmek istiyorum
insan insanla ne konuşur
ve topallayan bir kırkayak
dikkat çekmeden nasıl ortalıktan kaybolur
şu yaşıma gelince anladım biraz
her şeyin birazı olur, ölümün olmaz
13 Aralık 2014 Cumartesi
sözlerimi karıncalar üzerine almasın. yazdıklarım atları da bağlamaz.
Yazılanlar hakkındaki görüşlerin beni zerre
ilgilendirmiyor. Say ki boşa konuşuyorum. Çünkü duyulmakla değil, söylemekle
sıkıntısını çektiğim şeyden kurtulacağım gibi bir olasılığa inanıyorum. Hele ki
olumsuz yargılarını işitmeye ayıracağım hiç vaktim yok. Zaten böylesi, alışılmadık
bir şey olurdu benim için. Bir süre kendimi, "Kimse beğenmek zorunda
değil", "Tabi ki herkes fikirlerinde özgürdür", "Eleştirel
bir yaklaşıma kim hayır diyebilir ki", "Görüşlerin benim için çok
değerli" gibi cümlelerle oyalamaya çalışsam da en sonunda bir şeyden
anlamadığın konusunda kibrimle hemfikir olacağım ve seni küçümsemeye
başlayacağım. Kendime engel olamıyorum, lütfen biraz sabır, her şeyi
anlatacağım.
Böyle bir afallamayı en son, ikişer yumruklu üç adamın yumrukları vücudumda havai fişekler gibi patlarken ve ben görsel bir şölen eşliğinde dayak yerken yaşamıştım. Bilirsin tarih tekerrürden ibarettir, bilhassa insanın kendi tarihi. Aynı bakraç ile her zamanki kuyudan bilindik çıkarımlar yapmakta ve hiç ders almamakta pek mahirdir insan. Öte tarafta insan, belki de "Ben de insanım" diyebilmek için, hiç çekincesiz bu tekrarın çarkına kendini kaptırmakta bir yanlışlık görmüyor. Yani herkes gibi, herkesin ortasında, aynı tekrarla farklı bir netice elde etmeyi ummanın aptallığı içerisinde bu soylu birliktelikte kendisine ayrılan yere geç de olsa tepe taklak yol almayı arzuluyor. Bilesin şu dünyada ne varsa, pişman olmak için var. İyi ki demek, iyi ki pişman olmuşum demek dışında hiçbir yere bu kadar yakışmaz ve kurtuluşa bundan başka bir kapı açılmaz.
Bu sefer beni bu denli sarsan, suratıma yediğim darbenin şiddeti
değildi.
Bak burası başka bir dal. Yazmayı severim. Yazmak deyince bir dünya inşa
etmek sanılmasın: Kendime hatırımı sorarım. İnsanın hatırına verilecek kaç
cevap olabilir ki gevezelik ediyorsun diye de kendimi kınarım. Macerayı severim:
O yüzden pek çok kez, bütün bir hafta sonunu evin odalarını adımlayarak
geçirdim. Cesaretim gözümü korkutmuyor değildi ama birkaç gün boyunca hiç
kimseyle temas etmeden yaşayabilmenin hayatıma kattığı heyecana da dur
diyemiyordum. Bu sebeple, müthiş bir çekingenlikle dışarı adım attım ve evden
çıkar çıkmaz, eve geri dönmenin hayalini kurmaya başladım. Kitaplardan anladığım
kadarıyla, canı ne istediyse onu yapan birine yakıştırılacak bir hastalık
tarifi mutlaka geliştirilmiş. Sırf canın öyle istedi diye, yataktan kalkmayı
reddet ve hemen bir kitap aç. Bu yaptığını karşılayacak bir bozuklukla seni
itham ettiklerini göreceksin. Evden çıkmayı mı istemiyorsun? Sen sosyal
korkuları sebebiyle, dışarı çıkmamak için bütün bahaneleri üretmeye hazır
birisin. Otobüslere binersin, vücudun terler, hiç sebepsiz endişelenirsin, bir
an önce eve dönmek uğruna, hiç yemek pişirmediğin evin için "Ocakta
yemeğim var" dersin. O yüzden derler, biraz dışarı çıkmalı, biraz insan
içine karışmalısın. Hem yapılan araştırmalar gösterir ki sosyal çevresi geniş
olan insanlar, olmayanlara oranla daha uzun yaşar. Ama hep atladıkları bir şey
var: Sen daha uzun yaşamak istemiyorsun. Yani, inşa ettikleri dünya karşısında,
senin kendine bir dünya kurmanın hiç tasvip etmedikleri bir şey olduğuna emin
olabilirsin. Yani sevgili dostum, senin ispanya kralı olmanın önündeki en büyük
engel sahip olmadıkların değil, dünyanın senin için düşündükleri, senin için
uygun gördükleridir.
Macerayı severim: Neredeyse dışarıdan duyulacak yükseklikte bir sesle,
sözlerini yarım yamalak hatırladığım bir şarkıyı fısıldayarak ilerledim. Caddeye
çıkan sokağın köşesini dönünce, ağzındaki sakızı birinin gelmişine geçmişine
küfreder gibi çiğneyen bir kadınla karşılaştım. Bir yerden gözüm ısıracakmış
gibi kendimi zorladığım bir tanıdıklık varsayımıyla karşısına dikildim. Vücudunun
alt tarafı yere çivilenmiş gibi bir sabitlikte, üst tarafı omuz hareketleriyle
bana çalım atmak ister gibi kımıldarken, sözler ağzımdan ok gibi fırladı, çevik
bir hareketle bunu savuşturamazsa, ciğerinden vurulması kaçınılmazdı. "Eğer
samuray kılıcım yanımda olsaydı, kafanı bedeninden ayırmak için bir saniye bile
düşünmezdim" dedim. Sözlerimi havada yakalamak istercesine sağ elimi hızla
yukarı kaldırıp ağzımı kapadım. Hayretler içerisindeydim ve yalnız değildim. Birkaç
saniyelik duraksamadan sonra kadın, "Defol be" diyerek, yüzünü limon
olmak istercesine ekşitti. Onu baştan aşağı süzdükten sonra, istemsiz bir
teşhisle, "Zaten kıyafetlerin de bok gibi" diyerek sözlerimin altına
şık bir imza çaktım. Tokat, gecikmeksizin suratımda patladı.
Kötü bir tahminle ters tarafımdan kalkmıştım. En iyi ihtimalle
rüyadaydım.
Dünya karşı konulamaz bir inatla dönüyor ve ben karşı konulamaz bir ısrarla
elimle yanağımı tutuyorum. Sayısız felaket senaryosunun karşısına, yalnızca
evde başıma gelebilecek olanları sıralıyorum. Arka planda sözlerini tam
hatırlayamadığım şarkının solosu çalıyor. Banyonun ıslak zemininde kayarak başımı
bir yere çarpabilirim, tıraş olmak isterken yanlışlıkla bileklerimi
kesebilirim, saçlarımı kurutmak isterken akıma kapılabilirim, market poşetini
üçüncü çekmeceye koyarken kendimi asabilirim, eğilirken belim tutulabilir ve
kalan ömrümü böyle geçirebilirim, dönen sandalyede dengemi kaybedip aşağı
düşebilirim, pencereyi açmadığım için havasızlıktan ölebilirim, mutfaktan
aldığım ekmek bıçağı ile mutfakta parmaklarımı doğrayabilirim, yediğim bir
şeyden zehirlenebilirim, balkonsuz bir evde kutlamaları bile seyretmezken
vurulabilirim, freni boşalmış bir kamyon içeri dolabilir ve ben bir hoş geldin demeye
bile fırsat bulamadan ezilebilirim. Nuh halim parçalı tufanlı ve ben bir kaşık
suda boğulabilirim.
Yalnız başıma, yolun ortasında, elim yanağımda donakalmışken, koluma
dokunup kulağımdan içeri giren bir ses "İyi misiniz?" diye sordu. Yere
sapladığım bakışlarımı, ekskaliburu yerinden söker gibi kaldırarak "Neden
merak ediyorsun?" dedim. Kötüyüm diyelim, peki sen Lokman Hekim misin? Bir
adamın yirmi sekiz yıl yaşadığından, öldüğünden bir gün habersiz yaşadım. İki
yıl bir kadının hayali omuz başımda dolaştım. Hiç pahasına, sokaklarda avuç
açtım. Avucumu yaladım: sabah ezanlarında kalkıp o odada kimse var mı diye
meraklandım. Bir elim yağda öteki de balda, içimi doyuramadım. Diyelim, fişte
unutulmuş bir ütü kadar kızgınım, yanışıma değil unutuluşuma. Hiç geçmeyen
düne. Ya da çıkarırken kopardığım gömlek düğmesine. Geç gelen otobüse. Akmayan
musluğa. Tıkanan lavaboya. Sesi hiç kesilmeyen komşuya. Alarmla uyanmaya.
Kolundaki kadına dönerek "Manyak lan bu?" deyip sözümü kesti yüzü
olmayan ses. "Sana giren çıkan nedir?" dedim. Sanki içimdeki canavar
sesime dublaj yapıyordu. Kadın adamı çekiştirerek, "Yürü gidelim, ne hali
varsa görsün manyak" dedi. Arkalarından bağırdım: "Manyak ha? İyi
buluşmuşsunuz asgari müşterekte. Birbirinizin kıymetini bilin, tencere adam,
kapak kadın".
İçimden geçeni içimde tutamıyordum. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan
alelacele dün akşamı hatırlamaya çalışıyordum. Macerayı severim: İşten eve
gelmiştim. Sol elimle kapıyı kendime doğru çekerek, sağ elimle anahtarı
çevirdim. Ayakkabımı çıkarıp terliklerimi ayağıma geçirdim. Hava çoktan
kararmıştı. Kapının hemen karşısındaki düğmeye basarak koridorun ışığını açtım
ve soldaki odaya girip kıyafetlerimi değiştirdim. Lavaboda elimi yüzümü
yıkadım. Sabun bitmiş almak lazım. Şu evin eksiği bir gün biterse, hiçbir şeye
dokunmayacağım bir süre. Askıdaki havluda elimi yüzümü kuruladım. Ayı
yarıladık, ömrü yarıladık. Ha gayret. Biraz daha sabır. Salona geçip nostaljik
radyonun düğmesini çevirdim. Radyo 3'te Vivaldi'nin Dört Mevsim'i cızırdıyor,
kemanlar kışa dönüyor. Masanın üzerinde, her birinin bir yerine ayraç saplanmış
on altı kitap duruyor. Okuma lambasını açıyorum. Elime aldığım kitabın ayracına
olan kadar bölümlerine göz ucuyla bakıyorum. Neredeyse hiçbir satırı okuduğumu
hatırlamıyorum. Yine aynı his. Ezberlemeli hepsini, yoksa böylesi, faydasız bir
vakit geçirmekten öteye gitmeyecek. O kitabı okumuştum. Ne kaldı aklında? Dört satır.
Geri kalanlar ne içindi? Kendince damıttığın dört satır, ummanda dört damla
etmiyor. Tekrar tekrar okumalı, ne dediğini anlayana kadar da değil, niçin
dediğini anlayana kadar. Kitabı kapatıp yerimden kalktım. Mutfağa gidip
buzdolabını açtım. "Üşüyorum, kapama gözlerimi" diye buzdolabını
seslendirerek, kapısını tekrar kapadım. Dolabın üstündeki, poşeti açıp dünden
kalan ekmekten bir kaç lokma yedim. Öğlen Metin aramıştı, yarın beraber
kahvaltı yapalım. Nasılsa yarın doyururum karnımı diyerek, bu birkaç lokmayla
yetindim. Yemek yeme gibi bir derdim olmasa, acaba şu evden hiç çıkar mıydım
diye kendime bir soru yönelttim. Boş ver şimdi bunları. Bugün, bütün gün çalıştın. Yazılması
gereken şeyler vardı, yetişmesi gereken işler. İşte bak bugün de, yarın için
bugünü es geçtin. Odaya dönüp yatağa uzandım, radyoyu ve gözlerimi kapattım.
Olağan dışı herhangi bir şey olmuş gibi durmuyordu. Atladığım bir şey de olamazdı.
Bu gariplik gözümü korkutmaya başlamıştı. Ben bu saatte neden dışarı çıkmıştım.
Ha evet, arkadaşımla görüşecektim. Cadde üzerindeki bir mağazadan başımı içeri
sokup, "Bu cansız mankenlerin üzerine giydirdiğiniz gömleklerin arka
tarafını toplayıp tutturuyorsunuz, sonra ben giydiğimde üzerimde niye öyle
durmuyor diye kendimi kötü hissediyorum" dedim. İçeride müşteri yoktu.
Sadece mağaza elamanları. Biri yerleri siliyordu, diğeri vitrini düzenliyordu. Söylediklerimi
tam olarak algılamadıklarından emindim. "Sahtekar herifler" diye
bağırdım. Yerleri silen, kuşağından kılıcını çeker gibi, sileceğin sopasını
kabzasından kavrayıp yerden kaldırdı. "Kusura bakmayın" dedim. Sonra
içeri girip "Acaba bir telefon edebilir miyim, önemli bir mesele"
dedim. Şaşkınlık içerisinde, "Peki" dediler. Biraz ötemde
fısıldaşıyorlardı. Metin'i aradım. "Acil bir işim çıktı, acayip bir tokluk
duyuyorum" dedim, "Kahvaltıyı yarın yapsak olur mu?" Telefon
ahizesini kapatıp tekrar kaldırdım ve yeni bir numara çevirdim. "İşim
düşmese aramam biliyorsun" diyerek söze girdim, "Doktor bir arkadaşın
vardı, birkaç kere söz etmiştin. Bugün acilen görmem lazım onu. Bana bir
görüşme ayarlayabilir misin?" dedim. "Dürüstlüğüne hayranım,
berbatlığını gölgelemiyor" diye cevapladı, "Ulaşmaya çalışacağım,
fakat nedir bu kadar acil olan?". "Kafayı yediğimden şüpheleniyorum,
beni onaylayacak bir bilim insanına ihtiyacım var" dedim. "Kafayı
yesen, bunu fark edemezsin, korkma delirmedin" dedi. "Kıçına mesai
yaptırıp vardığın felsefi sonuçları kendine sakla. Şu ahizeden bile fark
ediliyor ki okuduğu iki kitabı, hayatın sırrını çözmüş edasıyla satmaya kalkan
bir salaktan başka bir şey değilsin" dedim. "Sen gerçekten kafayı
yemişsin" diye sesini yükseltti. Sinirlenmişe benziyordu. "Evet, evet.
Yardımcı olacak mısın?"
Çalışanlardan mağazanın numarasını rica ettim. Bana bir tabure verdiler.
Yirmi beş dakika kadar üzerinde vakit geçirdim. Vakit geçsin diye ayaklarımı
birbirine vururken "Ylajali" dedim, tek seferde. Telefon çaldı,
"Saat 11'de, seni bekliyor olacak". Adresi aldıktan sonra, "Teşekkür
ederim, şu fani ömründe bir işe yaradın" diyerek konuşmamı sonlandırdım.
Zengin bir semtteki bir apartmanın giriş katının kapısını çaldım. Genç bir kadın açtı kapıyı. "İsmim Ömer" dedim telaşla, "doktorla görüşmem vardı". "Şöyle buyurun, birazdan sizi alacak" dedi. Bir kahkaha patlattım. "Bunun için sana para veriyorlar, öyle mi? Kapıyı açıyorsun ve buyur diyorsun, hepsi bu. Akşama kadar eşek gibi çalışan insanlardan daha fazla kazandığına eminim. Peki, ne için? Buyurun diyebildiğin için mi? Hiç, aldığım parayı hak ediyorum diye düşündün mü? Eminim ki hayır. Hatta hak ettiğinin daha fazlası olduğuna eminsindir. Hatta hak ettiğin yerin bu olmadığını da düşünüyorsundur. Ne olacaktın, bir hastanenin baş hekimi mi? Hayır, hepsi bu işte. Kapıyı açacaksın ve buyurun diyeceksin. Bu kadar. Daha fazlasını ummayı bırak". Şaşkınlığını biraz bastırdıktan sonra, sesini kontrol etmeye çalışan bir edayla "Yaptığım sadece bu değil elbette. Doktor beyin görüşmeleri ayarlıyorum. Yaptığım bir sürü yazışma var. Sayamayacağım daha bir sürü şey". "Sayamazsın tabii" dedim, "Çünkü yok". "Bu sizi hiç ilgilendirmez beyefendi" dedi. Sonunda mantıklı bir cümle kurabilmişti. "Ben şöyle oturayım, doktor beni çağırdığında haber verirsin değil mi?" dedim, "en azından bunu başarabileceğine inanıyorum". Dolan gözlerini, göz kapaklarının yarısının arkasına saklayarak, koltuğuna oturdu. Muayenehanenin salonunda, üçlü koltuğun ortasında, kollarımı, sanki yanımda olmayan iki kişinin omuzlarından tutar gibi, yana doğru açmış, sabırsızlanıyordum. Bunca yıl, ölçülü bir tavır takınabilmek adına geçmediğim tezgah kalmamıştı, ruhumda yontulmadık budak bırakılmamıştı. Söylememek için, konuşmayı öğrendim. İçime atmak için eğitildim. Bunca yılı, hep kendime çatarak ve bu çarpma sesi dışarıdan duyulmasın diye gayret ederek geçirdim. Kimse incinmesin diye, hep kendi gönlümün bileğini burktum. Tebessümler, hal hatır sormalar, peki efendimler, iltifatlar, ricalar, gurur duymalar, tanıştığına memnun olmalar, lafı olmazlar, dostlar ne için vardırlar.
"Beyefendi" diye seslendi tepemdeki gölge, "Buyurun doktor
bey sizi bekliyor". Yüzüme bakmaktan çekiniyordu. "Teşekkür
ederim" dedim, "biliyorum şükran duyulacak bir şey yapmadınız ama
yine de... " Arkasını döndü, yerine gidip oturdu. Doktorun odasının açık
duran kapısından içeri girdim. Tebessümle karşıladı beni. Otuzlu yaşlarda
olduğu izlenimi veren tıraşlı yüzünü taşıyan, mavi gömleğinin üzerine geçirdiği
beyaz önlüklü gövdesi çocuklar gibi şen "İnanın o kadar yoğun bir gün ki.
Ama arada arkadaşımın hatırı olunca ve acil olabileceğini söyleyince onu kıramadım"
dedi. "Sizler ne kadar da seviyorsunuz kendinize önem atfetmeyi, hiçbir
şeye vakit bulamamakla övünmeyi" diyerek söze girdim, doktorun elini
sıkarken. "Çok şakacı biri olduğunuzdan söz edilmişti, şöyle buyurun
lütfen" dedi doktor, tebessümünü devam ettirerek. "Şakacı senin
babandır, belli ki sen de yapabildiği en iyi şakasın" dedim. Biraz suratı
asıldı, bozuntuya vermeden devam etti, "Neyiniz var?"
"Ağzıma geleni söylüyorum" dedim, "hatta söylemek için
ağzıma bilerek getiriyorum gibi hissediyorum. "Nasıl yani" dedi
doktor. "Sen konuşulanları anlayabileceğini düşünüyor musun? Yani daha
önce söylenmiş bir şeyi anladığın oldu mu? Çok karmaşık bir şey olmasına gerek
yok, basit bir şey de olabilir" dedim. "Ömer bey bakın, sizi
arkadaşımın hatırı için, size yardımcı olabilmek adına kabul ettim, sizin
hakaretlerinizi dinlemek için değil". "Bakın, anlamıyorsunuz"
dedim, "kendimi tutamıyorum". "Ne zaman oldu bu, yani ne
zamandan beri böylesiniz" dedi doktor merak içerisinde. "Köşeyi döndüğümden
beri" dedim, "yani bu sabah, köşeyi dönünce sakız çiğneyen bir
kadınla karşılaştım ve olmadık laflar ettim ona". "Kim bu kadın,
tanıdığınız biri mi?" diye sordu. "Tanıdığım hiç kimse sakın
çiğneyemez ya da ben öyle biriyle tanışık kalamam, ben prensipleri olan
biriyim" dedim, "yani, tanımıyorum demek istedim". "Ömer
bey, birkaç şey sormak istiyorum" dedi, azar işiteceğinden çekinir
gibiydi, "Daha önce böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Ya da şöyle
sorayım, içine kapanık biri misiniz? Bir problemle karşılaştığınızda onu öylece
bırakmayı mı tercih edersiniz çoğunlukla, yoksa karşınızdaki insanla bunu
konuşarak halletmeyi mi?". "Doktor bakın, ben buraya içimi dökmeye
gelmedim" dedim. "Rahatlıkla her şeyi anlatabilirsiniz, ben burada
bunun için varım" dedi. Gözümden ateş çıkınca, "Peki" dedi,
"yakın zamanda yaşadığınız psikolojik bir travma yahut buna benzer bir şey
var mı?". "Çocukken, tavşanım ölmüştü. Çok ağladım arkasından doktor.
O zamana kadarki en büyük kaybımdı. Hayatımda hiç kimse beni onun kadar öpüp
koklamadı. Bu sayılır mı? dedim. "Üzerinden epey zaman geçmiş gibi, etkilerinin
şimdi baş göstermesi bana pek mümkün gelmiyor" dedi doktor, müthiş bir
çözümleme yapmış gibi. "Gelmez tabii. Ben sokakta büyüyüm doktor, sokakta
büyüyen diğer çocuklarla çarpışa çarpışa. Dayak yedim, kafamı yardılar. On beş
yılımı, kahvaltıda sadece peynir ekmek yiyerek geçirdim. Sobalı bir evde büyüdüm ve
oraya gömüldüm. Yani demek istiyorum ki benim öyle bir zengin hastalığına
yakalanmam imkan dahilinde değil". "Yanlış düşünüyorsunuz" dedi
doktor, "hastalığın zengini fakiri olmaz". "Bir gerizekalıdan
bunu duymak beni hiç şaşırtmadı" dedim, "Hayır, öyle demek istemedim"
diye ekledim, "Hayır, tam olarak böyle demek istedim diye" devam
ettim. Doktorun önlük cebine taktığı kalemin metalinde yüzümün yansıması
duruyordu. Birden, sabah
yüzümü yıkarken, banyodaki aynanın yerinde olmadığını anımsadım.
"Bugün" dedim, "kendimle yüzleşmedim".
23 Ekim 2014 Perşembe
dünya kadar fikrin olacağına, fındık kadar aklın olsun.
Bir sabah yine, bir gözleri ahuyla şen kahkahalar, “Saç kesimine bayıldım”
naraları atamadım. İnce belinden kavrayıp sokaklarda dolaşamadım. Onu da geçtim
kahvaltımı yaparken portakal suyu içip, bol ekli bir gazete okuyamadım. Yumurta
yedim, çay içtim yine, yine sallama hem de. Üst üste konulmuş, sağı solu
dağılmış kitaplarımın manzarasında, “bunları okuduğum için dağınık burası”
havasında. “Önerebileceğin bir kitap var mı?” diyen olursa, okuduğum bütün
kitapları sayıyorum, çok mu yabancı geldi bu tavsiye sana?
Aslında
önemli biriyim. İş, eş, arkadaş çevremde veya toplumda fikirlerime saygı
duyulur. İçinden çıkılamayan bir mesele olduğunu düşündüklerinde ilk olarak bana
gelirler, onlara sunacağım bakış açısı sorunun çözümüne değil, çözüm yoluna
yöneliktir. Pratik tariflerle inanılmaz tatlar elde etmek gibi, püf noktasıyla
sonuca yalın yaklaşımlar yapmak gibi. Ben onlara gerçeği veririm. Onlara hayat
tecrübemin bana kazandırmış olduğu öngörünün ışığında yol gösteririm. Bu
çalışma ile elde edilebilecek bir şey değil inanın. Garip bir yetenek, pek az
kişiye bahşedilmiş bir şey. Sadece fikirlerimin varmış olduğu noktayla da
alakalı değil bu saygı duyulma hali. Eğitimim, sosyal yaşantım, başarılarım,
bunların hepsi bu saygının oluşumunda etkili oldu. Bu sebeple kendimi “çok
yönlü olmanın hakkını teslim eden kişi” olarak tarif edebilirim.
Anlattıklarımın
kuruntudan öteye gidemediğinin aksini ispatlamak da bana düşüyor tabii ki. Kendimden
bahsetmeyi, daha da önemlisi kendimi övmeyi sevmiyorum ancak durumun ortaya
konması açısından bu yola başvurmayı da kaçınılmaz olarak görüyorum. Fikirlerim
demiştim, ortalama insan aklının önerebileceği her şeyin en uzağından geçerek
bu noktaya varmış bulunuyor. Alışıldık yol göstermelerin, bilindik önerilerin
hepsine burun kıvırarak varlığının başkalığını perçinliyor. Geçenlerde
telefonum çaldı. "Konuşmamız lazım" dedi bir arkadaşım. En sevdiğim
dizinin ilerleyen bölümlerinde ne olacağına dair kafa patlatmak gibi bir
meşguliyetim olmasına rağmen, “Tabii ki” dedim, “Buyur gel, konuşalım”. Çünkü
arkadaşlık bunu gerektirir. Arkadaşlık fedakârlıkla beraber bir bütünlük arz eder.
Bunun farkında olmamanın beni aynılaştıracağını bildiğim için üzerime düşeni
yaptım ve kapımı açtım. Yüzünden düşen bin parça, bin bir gecelik ilişkisinde
sorunlar olduğunu bağırıyordu. Öğrendiğim ilişki tekniklerini uygulamanın tam
zamanıydı. Oturduk, konuşmaya başlamadık. “Beraber susabilmek” modasının
kucağındaydık, bu bir erdem olmalıydı. Susmanın bu kadar lafı edildiğine göre
susma işinde bir müthişlik vardı. Bacaklarını karnına çekip, kollarıyla
bacaklarını sarmış, çenesini dizlerinin tam ortasına getirmeye çabalamak gibi
acayip bir hobi edinmişti o esnada. Yüzünde, sabah beşte yatıp yedide kalkmak
zorunda kalmış gibi bir ifade vardı. Söze giren o oldu [İşte bunu seviyorum. Biraz
sabır, kahraman olmak için yeterli. Hemen içimden lafı soktum "Ben daha
çok beraber sustum"] ve "Bitti" dedi "Bitti". Bütün
bitişler uzmanlık alanımdaydı. Sorun yine bildiğim yerden gelmişti. İstediğim
çözümden başlayabilecek, kâğıdı doldurabilecektim. Ki ben en kısa çubuğu çekip
bahtımın sürgüsüne çakmıştım. En beterlerini yaşamıştım. En çok ben üzülmüştüm,
kimse beni anlamamıştı. İçime kusmuştum, bildiğim bütün dillerde susmuştum. Kendimi
yollara vurup, arkadaşlarla kafelerde oturmuştum, “Şu kız fena değil” deyip “yerine
sevemem”ler tutturmuştum. Hepsini, hepsini zirvede yaşamıştım. Oturduğum
koltuktan kalıp arkadaşımın yanına gittim. Zehirlenen hislerine panzehiri bir
an önce zerk etmeliydim. Yoksa anlamsız bir kırıklığın baş aktörü olabilir,
rolü için kilo alabilir, saçlarını kestirebilir, kendisini odasına kapatabilir,
“Bütün erkekler öküz”, “Sevdiğim kadar sevilmedim” diyebilir, “Sana o kaşarla
mutluluklar dilerim” gibi temennilerde bulunabilirdi. Gelmişken burada biraz
kalayım.
[Ne
dillere destan bir görünüşüm, ne ağızları açıkta bırakacak bir yeteneğim vardı.
Ne ulaşılması imkânsız okullarda okumuş, ne gıptayla bakılacak bir meslek
edinmiştim. Ne büyük kazanımlarım, ne asla unutulmayacak fedakârlıklarım
olmuştu. Günümün sekiz saatini uyuyarak, sekiz saatini “Mesai bitsin” diyerek,
kalan sekiz saatini de nasıl müthiş bir insan görüntüsü verebilirim diye
düşünerek geçiriyordum. Hayatımdaki üç-beş kişiden başka varlığımın farkında
olan insan sayısı üçü-beşi geçmezdi. Varlığım insanlık tarihine hiçbir şey
katmamıştı. En fazla torunlarım adımı anacaktı. Yani bir yüzyıl içerisinde hiç
yaşamamış sayılmam için gerekli bütün şartlar yerini bulacaktı. Bunun
farkındaydım. “Cesur değilsen bile öyle davran, kimse ikisi arasındaki farkı
ayırt edemez” diyen adamın tezgâhından geçmiştim. Dolayısı ile “biliyormuş gibi
görünmek balonu”m, bir iğne ucuyla karşılaşana kadar gayet şişkin varlığını
sürdürecekti. Politik yaklaşım, sosyolojik değerlendirme, ekonomik irdeleme,
sanatsal bakış, edebi derinlik, eleştirel bütünlük, nesnel kalmışlık, yazınsal
hayat, çözümsel sebat, hepsi bendeydi yani. “Açık kalp ameliyatı nasıl yapılır”
deseler, o konuda bile fikir yürütecek bir muhakeme kabiliyetinin
zirvesindeydim. Hiçbir dayanak sunmadığım kesinlikler piyasaya sürmekten beni
alıkoyacak bir sistem geliştirilemediği için, mesnetsiz konuşmaların aranan
ismi olmuş, hep meşgul çalmıştım. "Sevdiceğim ağzıma sıçtı" diyerek
kitlelerin duygularına yaptığım yeminli tercümanlığa engel olacak set henüz
kurulamamıştı. Aldığım alkışı sonuna kadar hak ediyordum. Ama kimse de umurumda
değildi. Ben beğenilmek adına hiçbir eylemde bulunmadım, beğenildiysem de oralı
olmadım. Hayatı bildiğim gibi, algıladığım şekilde yaşamanın haklı gururunu
yaşıyor, hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşıyorum. Duruşumdaki
kayıtsızlık, bakışımdaki umursamazlık, beni imrenilecek kişi yapıyor. Gibiyim
gibi gibiyim. Kafam atarsa çeker giderim. Bu kadar dikbaşlı, asi soslu, jülyen
dilimliyim.]
Elimi
arkadaşımın omzuna atıp "Üzülme" dedim, "Senden iyisini mi
bulacak?", "Kaybeden kendisi olur". Verdiğim bu akıl, zihninde
şimşekler çakmasıyla sonuca ulaştı. Yeniden doğmuş, aydınlanma çağını yaşıyordu.
"Tabii ya" dedi, "Ben ne düşüneceğim, o düşünsün" diyerek
sevinç gözyaşlarına boğuldu. Mutluydum. Çünkü kimsenin dinlemediği müzikler
dinleyip, kimsenin bilmediğini filmleri izlememin, kravatı nizami takmamak gibi
aykırı bir hayat yaşamamın, dilimin kemiksiz oluşunun, zapt edilemez
düşünüşümün, keskin zekâmın, engin dehamın meyvelerini dağıtma görevim yine
başarıya ulaşmıştı. Kendi kendime tekrarladım.
"Yoksulluğum
budur benim, durup dinlemeden bağışlıyor elim"
2 Eylül 2014 Salı
Hiperaktivist
Yirmi sekiz yıl yedi ay dört günlük iken girdiğim evdeki mütevazı laboratuvarımdan, yirmi sekiz yıl yedi ay beş günlük iken çıktım. Dünyadan böyle bir soyutlanmayı en son "bir insan neden sakız çiğner" sorusuna bir cevap bulabilmek adına gerçekleştirmiştim. İnzivam, hedeflediği amaca ulaşamamıştı ama sarf ettiğim emeğin dünya tarihine yapacağı küçük katkının sevinci her şeye değerdi. Bu seferki kopuşum biraz daha uzun sürdü. Yemedim, içmedim, telefonlara çıkmadım ve nihayet neticeye ulaştım.
Her şey bir nisan günü başladı. Oda sıcaklığında muhafaza edilmiş medeniyet, tatil özlemi, etiketinin yarısı fiyatına pazartesi sendromu, dijital makinemden çıkmış sümüklü çocuk fotoğrafı, kartvizit ve abaküsle donattığım çalışma masamda teknolojinin organik nimetlerinden faydalanarak akşamı ettiğim bir gün, işten çıkıp yürümeye koyulmuşken burnumda yeni söndürdüğüm yangının özlemi tütüyordu. Dünya düşünsel tarihinin seyrini “olur öyle arada” diye değiştirme, acil bir durumda imdat frenini çekme planları yapıyordum. Dudağımdaki ıslıkla susturmuştum şehrin bütün gürültüsünü. Utanmasam, insan içinde keyiften gülecektim. Karşıdan karşıya geçmek için durakladığım sırada önce tanıdık bir ses duydum, daha sonra hızla gelen arabanın çarptığı kadın ayaklarımın ucuna düştü. Yayalar için yeşil ışık yanmıştı, kadının üzerine basmamak için azami dikkat göstererek karşıya geçtim. Arkama bakmadan ilerledim. Eve gelip üzerimi değiştirdim, yemeğimi yiyip çayımı demledim. Ayaklarımı uzatıp televizyonun karşısına kuruldum. Akşam saatlerinde meydana gelen bir kaza sonucu yaralanan kadının uzun süre yardım beklediğine dair haberleri gözlerim dola dola izledim. Yerde bir cüzdan görse eğilip alacak bir dünya insanın, yerde yatan kadına, onu hiç doğmamış ve de yaşamamış gibi yok sayarak, elini bile uzatmayışına ettiğim şahitlik beni insanlıktan soğuttu. İşte o an fark ettim bende farklı bir şeyler olduğunu. Gördüğüm manzara sebebiyle değil, bir ceza gibi kaderime yazılmış yüksek duyarlılığımdan ağlıyordum.
Daha sonra epey çalışarak önceleri ceza olarak gördüğüm bu özelliği insanlık onuru adına mihenk taşı sayarak fazlasıyla geliştirdim. Artık çok geniş yelpazede seyir gösteren bir hassasiyete ulaşmıştım. Nesli tükenmekte olan kuşlardan, çok sert çeken kışlara, hükümetlerin ekonomi politikalarından elektriğin dahi uğramadığı köylere, sosyolojik tahribatın insan üzerinde yaptığı etkilerden verilmeyen gollere, çürüklerin arka tarafa yığıldığı pazar tezgahlarından sefer saatlerine riayet etmeyen halk otobüslerine, yürüyen merdivenin sol tarafını işgal eden duyarsızlardan minibüste otobüste bağıra çağıra telefonla konuşan arsızlara, sebepsiz terk eden sevgililerden yok yere kavga çıkaran evlilere, hiçbir yeteneği olmadığı halde gündemden düşmeyen uyanıklardan bize de bir gün faydası dokunur diye irtibatı kesmeyen dalkavuklara, bir türlü haber alınamayan evlatlardan eve sarhoş gelen kocalara, kadına uygulanan şiddetten sel basmış yuvalara, işçi ölümlerinden patron düğünlerine, giderek artan suç oranlarından giderek azalan tahammül sınırlarına, yetim çocuklardan tutmayan kuponlara, bedava dağıtılan sütlerden fiyatı gün aşırı artan ürünlere, adalet sisteminin adaletsizliğinden kilo verdirmeyen diyetlere, okuyup uçuran nefeslerden nefes kesen heveslere, heslere, hislere kadar pek çok konuda duyarlılığımı artırdım. İşi daha da büyütünce, artık bu müthiş hassasiyeti göstermek için günün belirli saatlerini sadece bununla iştigale ayırdım. Akşama kadar zihnimde biriktirdiğim olaylara ilişkin üzüntümü, günün o saatinde, başka hiçbir şeyle meşgul olmayarak yaşıyordum. Kendime masa başı ek bir iş bulmuştum bile denebilir. Oturup günde beş dakika üzülerek başladığım maceram, artık günde kırk beş dakikaya kadar yükselmiş durumda idi. Gün içinde ufak kaçamaklar yaparak yine bazı ufak tefek şeylere üzülmüyor değildim ama kahrolmanın alasını eve bırakıyordum.
"Bunun adını koyalım artık" çağında yaşıyorduk ve yaşadığım yüzyıla ihanet edemezdim. Düştüğüm bu boşluktan kendimi ancak tanımlayarak kurtulabilirdim. Kendimi, evin en küçük odasına kapadım. Deney malzemelerimi önüme koyup düşünmeye başladım. Halk kahramanlarının, roman karakterlerinin, tarihe adını yazdırmış liderlerin, şiirlerin, şarkıların, felsefenin, sosyolojinin, psikolojinin, kitapların, büyük insanların eşliğinde yaptığım yolculuğum kendime bir sıfat bulmamla sonuçlandı. Vaktimi şaşmaz bir kararlılıkla ayırdığım bu soylu eylemin, kar kış demeden, üşenmeden, yılmadan sürdürdüğüm hassasiyetimin adı bu olmalıydı evet. Başka türlüsü bende olanı karşılamaya yetmezdi. Sonunda hakkımı kendime teslim ettim. Tarifi imkansız bir gururla çıktım inzivadan, tarifime kavuşmuş olarak. Artık bir sıfatım vardı.
Şimdilerde ise "Düğünlere oyun ekibi temin edilir" fikrinden hareketle, "Olaylara duyarlılık gösterilir" fikrimi hayata geçirdim. İster toplumsal, ister bireysel olsun herhangi bir sorunla karşılaştığınızda bana ulaşarak, çok düşük bir meblağ karşılığında, oturup sizin için de üzülmemi sağlayabilirsiniz. Bakın şimdiden gözlerim doldu.
10 Haziran 2014 Salı
arka kapak
bir kitabın arka kapağındaki bu konuşma hayatıma tesiri büyük iki adam arasında, lisedeki kıymetli edebiyat hocamla, sevgili kaya abi arasında geçiyor. hoca, yazdığı hikayeler hakkında kaya abi'den -ki kendisi tanıdığım tek gerçek kitap kurdudur- eleştiri istiyor. ne zaman bir şey yazacak olsam aklıma bu konuşma gelir. kaya abi'nin "mecbur musun?" sorusuna bazen evet diyerek, bazen bu soruyu geçiştirerek yazmaya başlarım.
30 Mayıs 2014 Cuma
yıllar evvel, parasızlığımızın bilmem kaçınca yılında, bir kış vakti babam, herhalde ekmek alırken fırında düşürdüm diyerek evden çıkıp, yüzünden düşen bin parça ile eve döndüğü gün -hem de nasıl anlatayım, bana şu an yere düşürülse dönüp yüzüne bakılmaya değmeyecekmiş gibi gelen ama o zaman ona göre çok olan parasını bulamayıp da eve döndüğü gün- bu dünyanın gariban çocuklarına değil, gariban babalarına acıdım. o yüzden dilerim ki şu dünyadaki rızkım ne ise bana değil, dünyanın gariban babalarına verilir ki yüzlerinden düşen bin parça çocuklarının ciğerine saplanmasın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)