18 Nisan 2012 Çarşamba


şeyh edebali'nin ömer bey'e nasihatı:

ey ömer;

artık beysin. bundan sonra ütülü pantolon, gömlek, kravat, saçma sapan ilişkiler, ikiyüzlü gülüşler sana, kahkahalar bize.
vicdanına uyduramadığın eylemlerine, eylemlerine uydurduğun vicdan losyonları sürmeler sana, koklamalar bize.
mal hırsına, sahiplik iddiana "rahat bir yaşam" kurdelası takmalar sana, ufuk açmalar bize.
gitcen buralardan, yerleşecen bi köye, domates biber falan, teknolojiden uzak demeler sana, haline gülmeler bize.
sanki yanıbaşındakine elini uzatıyormuşsun gibi uzağı yok saymalar sana, işaret etmeler bize.
birine bir faydam dokunur diye ödünün bokuna karışmaları sana, ayrıştırmalar bize.
kendi isteklerini karşındakinin iyiliğini istiyormuş gibi göstermeler sana, göstergeler bize.
başka türlü yaşamayamazdım'larına, böyle yaşamayı seçtim'li örtüler sana, ütülemeler bize.
kaz gelecek yerden tavuk esirgememeler sana, pilava kaşık saplamalar bize.
bir konuşmadaki tek derdinin bildiklerini dökmek olduğu diyaloglar sana, kopmalar bize. 
kıytırık çıkarımlarına gizli bir hazine, ortalama zekana mucize muamelesi yapmalar sana, hadi oradanlar bize.
national geographic, bale, balo, tiyatro, müzayede, müze, sergiler sana, gideri varlar bize.
kibrini rica ederimlerle, o senin güzelliğinlerle süslemeler sana, çok güzel çıkmışsın demeler bize.  
övgüyü sorgusuz sualsiz kabullenip, yergiyi sen kimsin birader muhitine çekmeler sana, bırakmalar bize.
yazdığın dört satırla edebiyat dünyasına damga vurduğunu sanmalar sana, ayıltmalar bize.
yaptığının aykırılık mı aptallık mı olduğunu ayırt edememeler sana, sapla samanı ayırmalar bize.
kendi zihnine sürekli olarak aydınlanmış kıyağı çekmeler sana, hoş görmeler bize.
fikirlerinden en ufak şüphe duymazken başkalarını sabit fikirli olmakla suçlamalar sana, aklamalar bize.
kendin gibi düşünen iki kişi bulunca saman çöpüne tutunmuş sineği unutmalar sana, deryalar bize.
başkasının filmlerinin, kitaplarının, seslerinin ekmeğini yemeler sana, afiyetler bize.
sevdanın yolları sana, kurşunlar bize.

ey ömer;

ortalama, sıradansın. ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilirsen kapıldığın rüzgarla epey yol alırsın. daima iradene sahip olasın. görme, duyma, bilme, yanlış gördüğünü söyleme. bil ki nezaket yüzlerin en naif maskesidir. hak vermekten çekinme, desteklemekten korkma ki kabul göresin. insanlar vardır, görecekleri minnet duygusunun hazzıyla, alamadıkları karşılık olursa fiyakasıyla avunurlar. insanlar vardır, kendilerine nasıl bir değer biçmişlerse artık, herkese hakettiğinden fazla değer vermeleriyle konuşurlar. insanlar vardır bir kere bile neyi hak ettim diye sormazlarken, neyi haketmiyor olabilirim ki diye kafa patlatırlar. ey oğul sen de az değilsin. 

ey ömer

dostlarının en vefalısı sensin, başkalarına bir iş gelse ilk sen gidersin, verirsin istemezsin, arkalarından tek laf etmezsin, benim ona yaptığımı, babası yapmadı demezsin. bildiğinden eminsin. aklından kötülük geçirmezsin. herkes için üzülürsün, görsen başını çevirirsin. kırılırsın söylemezsin, anlasınlar diye beklersin. kimsenin gözüne bir şey sokmazsın. sadece başkalarının yalancılığını hoş bulmazsın. çok mütevazı bir mükemmellik iddiasındasın, nafile bambaşkasın.

ey ömer

dişini beğen, kaşını beğen, işini beğen, ama başkasını beğenme. 
ayık ol, çekici ol, alıcı ol, kalıcı ol, ama iki dakka insan olma.
akıl ver, tüyo ver, boş ver ama hiçbir zaman emek verme. 
okumaktan zarar gelmez, oku, ama, hepsini okuma.
kibir büyüt, garip doyur,  ama kendine saklama. 
ev al, araba al, çocuk yap sürüden ayrılma.
yaklaş, konuş, sırnaş, ama çaktırma
seslen, terslen ama oralı olma. 
üç tunç tas has hoşaf.

17 Nisan 2012 Salı



ne güzel bakıyorsun demedi tabi ki. duysam şaşardım. ne bakıyorsun dedi, ben patatesi çatalladım. demir bardaktan çay içmeye, ranzada yatmaya, sabah erken kalkmaya bile alışmıştım, nelere alışmam ki diye düşünüyordum. sabretmek gerekiyordu, dişimi sıktım, içimden ikiye kadar saydım.

çocukken hep derdim ki keşke babam başından geçen bin bir  türlü hikayeyi bir gün baştan sona anlatsa da kağıda geçirsem. ben hayatımda bu kadar susan bir adamı hiç görmüş değilim ya, hayale bak işte. ben parmağıma kıymık batsa kendimde tuğla kalınlığında kitaplar yazma cüreti görmekteyim, adam samut küp. vurulmuş birinden bahseden "kalbini avuçlayarak kalktı adam" diye bir mısra var, vurulsa avuçladığı kalbiyle hiçbir şey olmamış gibi eve gelip köşesine kurulacak ve tek kelime bile etmeyecek bir adamdan bahsediyorum, bahsimle ondan fersah fersah uzaklaşarak. böyle suskunluğum asaletimdendir gevşekliğinde değil, taşırım ben hasretin yükünü tarzında. sıkıntısını paylaşmakta cimri, ekmeği bölerken adil. o görmüş geçirmişliğe şahit oldum, "ve mirastan güzeldir babadan kalma öğüt" okudum diye kulak verdim, dedi ki sen bilirsin dersen kavga çıkmazmış. ben on sekiz yaşında eşek cennetine iman ederek, bütün eşekleri boylu boyunca o cennete uzatmak için can atıyordum oysa. yumruğumla birinin suratı arasındaki mesafeyi en kısa sürede en aza indirmek için gösterdiğim gayret bir gün bilim dünyasına ışık tutsun diye ütopyalar kuruyordum. baba öğüdü çok lezzetliydi ama ben tecrübe ettim ki nerede bir şeyi alttan alacak olsan, üstünde tepinmeyi başarıdan sayan bir kendini bilmez mutlaka buluyor seni.

ben ikiye sayana kadar on kere ne bakıyorsun işittim. bu beşe katlanmışlık katlanılamaz bir hal aldığında yemeğini ye diyebildim en fazla. başımı önüme eğip, ellerim yerinde mi diye yokladım. ses kesilmek bilmediği gibi tekrarı gittikçe sıklaştı. şimdi bu telefonda anlatılacak şey değil, yüz yüze konuşalım deyip kalktım sandalyeden. bir yumruk, iki yumruk, üç yumruk. otomatik pilotta yol alırken ben, o yere düşmeye dünden hevesliymiş de duvarla masanın arasına sıkıştığı için nakavt olamıyormuş meğerse.koparır gibi tırnağı etten, kopardılar seni benden mırıldanmaya başladım. aldı götürdüler beni, bir odada müdür yardımcısının gelmesini bekledim. sanki haklı çıksam hak verecekmiş gibi dinledi ve bana üç gün uzaklaştırma verdi. ben müdürle konuşmak istiyorum olur mu böyle şey dedim, müdür gelince yedi gün ceza kesti.

yağmur yağıyordu, üsküdar iskeleye doğru yanaştık, kaya abi atkısının sarkan yanlarını sırtına atıp arabaya bindi. ne var ne yoktan sonra sen niye buradasın diye sordu bana. abim, birini dövmüş de tek kişilik tatil kazanmış diye cevap verdi. niye dövdün, çok mu kıymetli biriydi senin için dedi, öyle sakin, öyle hesap sormaktan uzak. değil diyebildim ve ekledim sür arabacı, aydınlanma çağına. sonra bana bir haller oldu, kimlere ne kıymetler biçerken ellerimi öptürecek kimseyi bulamaz oldum.

o bahsettiğim biraz alttan alsan, kıymete bindirsen de sen yayan gitsen, o eşekler seni eşek belleyecekler teorimde ihtisas yaptım lakin şimdi alttan alttan gülüp, içimden o senin eşekliğin canım benim demek gibi yetiler edinmiş olduğumun da farkındayım.

bu da böyle bir ağrımdır.

9 Nisan 2012 Pazartesi


olsun mu beklenmedik havadis günü, vursun mu neşesi kapısını harabenin.


şurada bir şey duruyor. ben çok oluyorum. ben ne hakla kimleri bana katıyorum. ne katı yorumlarım var, kura çekiliyor, kendimi kupkuru bir duvarın altında ezilirken buluyorum. heyhat, ne nem. ne güzel işliyorum ben bu ağrıyı, ne yüksek düşüyorum basamak eklediğim merdivenden. ne uzak zemin, bu kaçıncı kat, ben buraya kaç tekrardır geliyorum. gelmek üzeredir diye bir eşikte duruyorum, bir titremedir gidiyor ve ben de bir parmağımı uzatıp nispet say kaygı bilsin kuyusunu kaz kendisine yusuf bulsun, ona da tamam zülküf de vursun, diye diye, duyarak ta şuramda -ve kağıdı ve kalemi ve seni bunca sevmeme rağmen- sana son kez yazsam düğüm oluyorum, asılı kalıyorum, sebep biliyorum. bu ne kısa dünya böyle, ayaklarımı dışarı taşmış buluyorum.

sebat et subut bul delil ol kara çal uzat ellerini reis bey uzat diyorum. bu kahkahasızlık fazla demeye kalmıyor, ablam dördüncü kattan düşen çocuğunu yerden kucaklarken orada mı uyuyakalmış yavrucak diye bir soru duyuyorum. gel de koyverme kendini, öl de o mezara sen girme . ben ölmüyorum diye mi yapıyorsunuz bunu, ben oralı olmuyorum diye mi kaçıyor bu ahbaplık. yani ben ölmedim diye şimdi ne var üstüme bu kadar gülecek. anladığım kadarıyla ölmediğim için şahit yazılıyorum şu alın yazısının çatına, anladığım kaderiyle ölmek tabi ki çok fiyakalı lakin ben kendime ölüme uygun renkte bir takım elbise bulamıyorum. bu birtakım sorunlara yol açıyor, çok uzak ben gidemiyorum, dünyalar içre ben hariç bir gazel dökülüyorum.

kafam karışıyor, ben aynı ekmeği bölüşmediğim çocuklarla aynı deftere çiziliyorum. bana kimse sormadı diye biliyorum, olacak iş mi bu durduk yerde. ben nerede duracağımı bilemiyorum. peki icattan sayılır mı bu, dünya gibi dönen bir şeyin üzerinde. dişimden tırnağımdan döşümden gülüşümden biraz sevimlilik attırsam kabul görür mü. han bilsen avuçlarımı da bir an mihman olup konaklasan diyecek gibi dursam, ben sanki bilmiyor mu olacağım bu çalıların etrafında itliğime dalaşmamak için gezindiğimi, ben bilmiyor muyum köşe bucak kendi piçliğimden kaçtığımı. elbette biliyorum, ebed bildiğimin ucunu bucağını, orada sıkışıp kaldığımı, ayıbımla bakışıp sinsi sinsi güldüğümü, elbette biliyorum hay saklınla bin yaşa sen ve ben oradan yine kendi labirentime çıkıyorum.

yazmıyorsun ama farz et ki yazdın, mektup okumakla diner mi hasret görünce şu kadar satır, söylememek için nasıl kıvrandığıma da baktım. mutlu olacak çok şey var diyor, mesela deyince cevapsız kalıyorum. oysa dense ki bunu sana söyleyebilecek birinin nefesi, ikna olacağım. biri bana ruhundan üflesin, nihayet kafa tutabileyim diye kendi tabiatıma, şu derede yıkanayım diye, ayaklarımla toprağa basayım diye, ne heves ne serap. pek gereksiz kaygı. yetti bikesliğim diye bağırarak herkesin ortasında duruyorum. biri şefkatten ördüğü bir sepette bir baş koymalık yer verse diye. merhamet, ağızların iğrenç sakızı mı bir daha bak. ben de bakayım, yolunu gözleyeyim. tam yerine rasathane gelsin gibi diliyorum.


bu kadar eşek şakası yeter. ben hep yerli yersiz konuşuyorum. anlatıyorum ama soramıyorum da ayıptır sorması diye başlayarak, şimdi değilse ne zaman sırası, şimdi değilse ne zaman müsait olursunuz, o şatafatlı esvaplardan, o rengarenk karanlıktan, bu şangır şungur varoluştan ne zaman kafanızı bu tarafa çevirirsiniz. herkesin bir parçası olduğu aksaklıkta kimse kendi dişlisine diş geçirmeyi düşünmek istemiyor biliyorum. canınızı mı sıktım, moralinizin fiyakasını mı bozdum, niye böyle bir anda işiniz çıkıyor, bir anda gitmek zorunda kalıyorsunuz, bir anda çok üzgün, bir anda nasıl beni piç gibi ortada bırakıyorsunuz. içime dert oldu gırtlağınızı da sıkacağım, mikrobunuzu da kıracağım, deleceğim göğüs kafesinizi iyi gelecek açık hava. olur mu öyle şey canım, tabi ki şaka yapıyorum. 

düşün ki ben kitapları beni anlatsın diye okuyorum, benden bahsetsin şu film diye can atıyorum, her arayışım halimin doğruluğuna kendimi ikna etmek üzere. aynı kumaştan dostlar buluyorum, bir başkasında biraz pürüz görsem bütün ormanları yakıyorum, canı cananı nebatı tek kalem darbesiyle haklıyorum. böyle yaşanabilir mi. ben ne zalimim ki yaşıyorum. bunu da kendime bir kusur olarak atfetmiyorum, kendimden başkasını affetmiyorum. hayır senden bahsetmiyorum, kusur samur kürk olsa kimse üstüne almaz diyorlar da ben alkış tufanına bir gemi inşa edip dümenine baş tacı etmek istiyorum. insan kendini gerçekleştirmeli, gemiyle olur, denizle olur, hem de diyor ki seni olağanca hızıyla başkaları gibi yapmak isteyen bir dünyada, ben yaş halimde bak nasıl kırılıyorum.

sıra sıra selviler altında değil de tabi arasıra ben bütün varımın yoğumun bir kulak tıkacından ibaret olmasını diliyorum. sanki ses felaketin en büyük destekçisi ve değil mi ki kıyamet bile buna endeksli. halbuki param da var, istesem alabilirim. ama ben o parayla dünyayı görmemek üzere duvarlar biriktiriyorum, ben ihtiyaçlarımdan manzaralar eşliğinde, öte tarafta, tüm bunların ardında yaşanacak koca bir hayatı kaçırıyorum. nasıl söyleyeyim kimseye ayıp etmeden yokluk özlenir mi, ama gel gör ki ben cebimle olmayan parayla kilometrelerce yolu yürüyebilecek dirayeti şimdi hiçbir karşılıkla alamıyorum, cüzdanım biraz eksilse şen kalamıyorum, yaşayacak gücü bulamıyorum. bunu yapan da varlık. ağız tadıyla buruşamıyorum, başa dönemiyorum. dönüp dolaşıp sen ve yağmur başa dönemezsiniz okuyorum. 

muvazaa diye bir eylem var. tarafların aslında yapmak istemedikleri bir işlemi üçüncü kişileri yanıltmak amacıyla yapmaları ya da yapmak istedikleri işlemi bir başka eylemin arkasına saklamaları. bunu her yerde öğretebilirler. peki iki insanın birbirini, her ikisinin de bildiği gerçekleri gizleyerek, görmezden gelerek, hem de ortada üçüncü kişiler yokken, bambaşka şeyler söyleyerek yanıltmalarını kim açıklayacak. ben bu konuya niye girdim bilmiyorum ama açıklayabilirim. ol hakikatte o zaman tasvirin kaymağını kim yesin, harabe derim, virane derim, ölüm derim, ayrılık eklerim ki bunlar bir insanı haklı çıkarmak için yeter de artar. işbu çırpınış demişken boğulan birinin el sallayamayacağını biliyor muydunuz, peki ya boğulmanın çok kısa sürdüğünü, pek sessiz gerçekleştiğini. ol sebepten çölün ortasında serap olsa gerek, yalancı çobanlar boğuyorum. 

bir yalnızlık düşün ki terbiyeye davet edilsem gideceğim. yalnız mı telaffuz ettim, o senin kimsesizliğin. bildiğim bir şey varsa, o da bildiğim hiçbir şeyin işe yaramadığıdır. ben bildiğimin bir faydasını görmedim, gören olursa insaniyet namına not alsın, kayda geçsin. hepsi hepsi uluorta insan neyi kendine dert ettiğiyle insandır diyebiliyorum, sesime bir yankı bulamıyorum. hani ben heybetinden yanına varılmaz dağlarda kin güdüyordum, sebep otlatıyordum. oluyor mu işte böyle ortalık yerde yar koynunda bir çift sunadan ben uçurumlar biçiyorum. kendimi çok biçimsiz buduyorum. biçkisel hayata yaptığım katkılardan dolayı, hiç mi vicdan yok sizde, biraz da mı özlemediniz yani beni, bir plaketi yok mu görüyorum. kavramak zorunda kaldığım, ben ruhumu pratiğe dökemiyorum. diyorum ki sen orada kendi güneşliğinle nasıl üşüyorsun, bak ben nerede kuruyorum. 

hanımefendi siz kendinizi ne sarıyorsunuz?