11 Eylül 2013 Çarşamba


biraz takat kalsaydı hiç değilse dibimde, olmadı yanı başımda. "senin göğsünü yarıp genişletmedik mi" okuyunca, yani o ferahlık için bile demek ki bir döş yarılması gerekiyor önce diye söyleniyorum. işte ben ne zaman yarılsa döşüm, inşirah bulacağım diye umarken kayboluyorum. başkaldırsam bir yere çarparım, ağzımı bozsam düzelmez yine de tadı. beklemekse çare olmuyor neyi beklediğini bilmeyince, bunu biliyorum. bilmek bana yetmiyor, kime yetiyorsa onun olsun. beni biraz affedemez misiniz, yine çok oluyorum. dünyanın bütün ters köşelerini dönmüşken aklıma geliyor: "su akıyor ve ben gidiyorum" diyen adam uyuyakalmışken bir yangında ölüyor. 

21 Ağustos 2013 Çarşamba

"şunu kabul ediyorum ki insan bu dünyaya kabullenmenin ne olduğunu anlasın diye geliyor. verilen bu yüzden veriliyor, alınan bu yüzden alınıyor. kurbanlığın fiyatı için karşı tarafta cedelleştiğin el, aslında seni kendisine kurban seçiyor. özgürlük sadece bıçağı ne kadar iyi kullanabildiğinle alakalı bir şey. kimse kendi şah damarını bir başkasınınkini kestiği kadar iyi kesemez. kabullenmek damarsız yaşamak. topyekün damara bağlanmak. hürriyet sadece bilenmekten yok oluncaya kadar insanın bıçağı taşa çalması gibi. korku yani. kendini kesmekten korku." 

yazıp göndermiş bugün selim, "dünya zehir gibi kardeşim" yazıp göndermiş, yazdıklarını bu dünyada okumuş olmaktan saadet duyduğum selim, bir gün bana "geldi mi içinden yazmak" diye sorulursa, mutlaka cevabımın içinde adını anacağım selim.   

14 Haziran 2013 Cuma

bir kavganın tasviri

baktım biri orta yerde bekliyor. ne bekliyorsun dedim. koca koca adamlar şu ufacık çocuğu dövmüş, en azından "nasıl yaparsınız" diye soracağım dedi. niye dövmüşler dedim. gölge etme demişler, dinlememiş. biçmişler körpeciğin kolunu kanadını. içime dokundu mevzu, ben de beklemeye başladım. iki kişi bekledik. karşı kahvede oturan bu zorbaların amca çocukları ellerinde sopalarla yanaştı. dağılın ulan dediler. dağılmadık. ikiye bile bölünmedik. eşkıyalığın dozunu artırdılar. bunu gören bir kaç vatandaş daha yanımıza katıldı. dağ başı mı burası, bu ne zulüm diyerek. hadi diyelim dağ başı, reva mıdır şu yaptığınız diye sorarak. bu sefer nasıl yaparsınız diye beraber bağırmaya başladık. sesimiz daha gür çıkıyordu. duyan geldi. kimisi ne dediğimizi işitip gitmek için, kimisi kalıp destek olmak için. bağırdık, kalabalıklaştık. nereden baksan on kişiydik, birbirini ilk defa gören on kişi. kimisi bıyıklıydı, kimisi kel. kimi etek giymişti, kiminin yoktu ayakkabısı bile. kiminin elinde şemsiyesi vardı, kiminin elinde gazoz şişesi. 

başımıza indi sopalar, yaralandı nereden baksan beş kişi. yerine gelmez mi daha fazlası. kalabalık artıyordu. bir kısmı içinde tutamayıp kellere olan nefretini döktü ortalığa. güneşli günlerde sizin şu başınızdan çektiğimiz nedir, yeter gözümüzü aldığınız diye akıllarınca eleştirileni yaptılar. arkadaşlar derdimiz kellik değil. burada şu yavrucak için toplandık diye sesleri bastırmaya çalıştı, içimizden birileri. o sırada yoldan geçen bir arkadaşım beni gördü. hayırdır ömer dedi. ağzımı açmamıştım ki daha, ilahi ömer, keller için ileri geri konuşan bu insanlarla yan yana olmayı sana yakıştıramadım deyip gitti, mevzu o değil bile diyemedim.

bu zorbalarla başka meseleleri olan başka başka adamlar, fırsat bu fırsat deyip kalabalığa karıştılar. bize de bir tokat sallayacak aralık bulunur elbet deyip aramıza saklandılar. iyi bakın dedi orada oturanlardan biri, iyi bakın. kimlerin oyununa piyon oldunuz. kardeşim bu mahallenin kaldırımlarını bu zorba dediğiniz adamlar yeniledi, bir de tutup sokağa çeşme diktiler, utanmıyor musunuz bu adamlar için ileri geri konuşmaya diyen mahalle sakinleri de çıktı. adam kaldırım yapmış, çeşme dikmiş, yakışıyor mu yani bir çocuk için ortalığı birbirine katmak? hem daha geçen hafta burada bir kadına "belin kaç santim" diye sordular, o zaman neredeydiniz? o zaman da gelip burada bekleseydiniz, samimiyetsizsiniz. e ama biz ona değil buna şahit olduk, görsek elbette bir şey derdik diyemedik.


biri gelip, dükkanın önünü kapatıyorsunuz, yazık değil mi bu esnafa, ekmek götürmesin mi evine deyiverdi. götürsün abiler, götürmesin ister miyiz hiç, lakin şu yavrucağın kolunu kanadını budamışlara "ulan" diyecek kadar da duramayacak mıyız yani şurada deyiverdik. dinletemedik. derken zorbalar, köşeyi dönüp yaklaştılar. benim burada amcaoğlumun elindeki sopanın kıymığı sizin yüzünüzden eline batmış dedi zorba başı, zalimsiniz. birader sopayı sallayan senin amcaoğlu, bunun da mı kabahatlisi biziz diyemedik. nereden aklına geldiyse, sahi siz burada niye toplandınız diye soruverdi. dedik şu körpe fidan oturmak istiyor şuracıkta diye. kes kes dedi. kardeşim biz burada kırk kişi akrabayız. biz oturmak için üst üste çıkarken, soralım istiyorsanız, otursunmuymuş o çocuk orada, peki var mısınız oylamaya?

gençler böyle bekliyorsunuz ama beklemekle zorbalık bitmez. istiyorsanız ben size bir şaka yapayım, hep beraber gülelim olmaz mı dedi yoldan geçenlerin en zekisi. 

16 Mayıs 2013 Perşembe

kapanış

dostum mesud'a

evden çıkarken anahtarlarını ve cüzdanını almanın çoğu zaman "her şey tamam" hissi verdiği bu dünyada, kelimelerini alıp giderken aynı duyguyu bir türlü yaşayamıyorsun. kitaplarını ya da bir sözlüğü yanına almak gibi değil çünkü kelimeleri taşımak. çünkü "kelimenin tam anlamını bize sözlükler verseydi, çiçek koklamak anlamını yitirirdi" dediğimde -her şeyimin kelimelerden ibaret olmasına ve hiçbir şeyin beni onlarla vakit geçirmek kadar oyalamamasına ve hiçbir şeyin onlarla oynamak kadar bana keyifli gelmediği yaşantıma rağmen- yazmanın boşluğunun yazmamaktan da büyük olduğunun da bilinciyle, yani aslında ne söylense eksik kalacak düşüncesini hiçbir zaman gözardı etmeyerek, yine de her seferinde son sözümü söylemek gibi bir gayreti barındırdım. bu da benim "nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak" tanımımdı. bu edebiyatla kirletmeden nasıl anlatılır diye bir cümle kurmuştum, çünkü hakikat bile edebiyata bulanınca gerçekliğinden koparılıyor gibi geldi. ya da yazılan hiçbir şeyin yaşanılanı karşılamadığı gibi. birinin ağıdını türkü diye dinlemek, kederini roman diye okumak, ıstırabını şiir gibi görmek acının muhatabına büyük bir haksızlık diye düşündüm hep. ve yazmak işte böyle, bir türlü sadede gelinemeyen bir şeydir.  


beş-altı ay önce tasarladığım bir hikaye vardı. bitirdiğimde, daha önce yazdığım iki hikaye ile birbirine bağlanacaktı. hayatımda ilk defa, sonunun nasıl olacağına yazmaya başlamadan önce karar verdiğim bir öyküyü yazmaya niyet ettim ve tabii ki yazamadım. araya bir dünya mesele girdi ve hikaye taslak olarak kaldı. kafamda çevirip durdum ve bunu yaparken cür'etime bak ki insana ait ne varsa bir seferde söylemek ve uzun bir süre bir şey yazmamak düşüncesini taşıyordum. bir türlü olmadı. aşık ismetî'nin "düştüm ibret aldım, kalktım unuttum" diye bir şiiri vardır. pek sevgili necati hoca, bu mısrayı kullandığı bir şiir getirip "şuna bir bak, sağını solunu düzelt" dediğinde "insan; kanatlı melek, kanatsız şeytan" mısrasını okuyup durmuş ve neresi düzeltilebilir insanın diye düşünmüştüm. ve yazmak işte böyle, daldan dala atlanılan bir şeydir. 



bugün birkaç tane görüntü izledim. bıçaklanan, demir çubuklarla dövülen, tekmelenen, kurşuna dizilen kan revan içindeki insanların başlarına gelen felakete nasıl çaresizce boyun eğdiğine şahit oldum. hem de bunu yapanlar, kendi haklılıklarına olan sarsılmaz inançlarının eminliği ile eylemlerini gerçekleştiriyorlardı. sevgili murat abi ile şiddet üzerine bir şeyler konuşurken, o şiddetin değil de karşısındaki çaresizliğin daha dayanılmaz olduğu hususunda birkaç şey söylemiştim. elim kolum bağlı, onların çaresizlikleriyle beraber, çaresiz kaldım. en çok da bunları yapanların bir insan olması, aynı kötülüğü benim de içimde barındırdığım fikriyle korkunç bir utanç uyandırdı bende. sonra kendi acılarımı düşündüm. nasıl hiçe indiğine tanıklık ettim. bir sözü dünyamı cennete çevirecek insanların, bunu benden nasıl esirgediklerine sitem ederken, insan denilen canavarın dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğini gördüm. ve yazmak işte böyle, hiçbir yaraya merhem olmayan bir şeydir. 



neredeyse her gün, bir şekilde suça bulaşmış, her tavrından salt kötülük akan insanlarla tanışıyorum. onlara bakarken kendimce, şartların insanı getirdiği durumu göz önünde bulundurmaya çalışarak var oluş biçimlerine bir geçerlilik bulmayı umuyorum. üzülüyorum hallerine, anlamaya, bir çıkar yol bulmaya çalışıyorum. biliyorum ki umut etmek güzeldir ama dünya hiçbir zaman, bir önceki gününden daha güzel bir yer olmadı. yine de, elbet umut vardır diyorum. -ve sevgili said öyle şahane "umutsuzluk haramdır" demişti ki- , bir gün güzel bir şeyden bahsedecek bir şey yazana dek bir şey yazmak istemediğim fikrini bu sebeple kendime tekrarlıyorum. ve yazmak işte böyle, en çok kendine söylemektir.  



bütün bu olanların, olmayanların, hataların, günahların, hayatın, dünyanın içinde, "insan nedir ki iyi olsun" çok iyi bilerek, içimden "insanız, affet" demekten başka bir şey geçmiyor. hem kırıp döktüklerim, hem de kırılıp dökülen yanlarım için. 


ve yazmak işte böyle, yazmayacağını bile yazmaya muhtaç bir halde dile getirdiğin bir şeydir.

12 Mayıs 2013 Pazar


oğlum aç değilsin, açıkta değilsin. ne yalnızlığı?
-bir anne sözü-

bir şey olmuşsa olabiliyor demektir. olmamışsa da olabilir demektir. her şey mümkündür ama her şey imkan dahilinde değildir. bir şey muhtemel kılınabilir ya da her şey ihtimal dışı bırakılabilir. olmayacağından emin olunabilir belki ama olduğundan emin olunamayabilir. bir şey başka bir şey ile bitebilir ya da hiçbir şeye her şey ortadan kalkana kadar bitti denilemeyebilir. anlaşılabilir bir şey, anlamlandırılamayan bir şeye dönüşebilir. insan çok iyi bildiği bir şeyi kendine anlatamayabilir. bildiğimiz değil de duyduğumuz bizi yıkabilir. bazı sorular gerçeği pekiştirmek, bazıları da gerçeği yok saymak için sorulabilir. dünya bizi, o kapıdan çıkarsan bir daha buraya dönemezsin diye tehdit edebilir. her şeyimiz bir gün, hiçbir şeyimiz bile olmayabilir. yazgı başa gelen en güzel şey olabilir. kabul edilebilir bir en kötü, kabul edilemeyen bir en iyiden daha huzurlu gelebilir. kaygı teslimiyetin yokluğudur. aslında durum tam olarak böyle olmayabilir. tam olarak böyle olmayan her şey çünkü kaygıyı doğurur. birileri en doğrusunun bu olduğuna kanaat getirebilir ya da hiç kimse en doğrusunun ne olduğunu bilmek bile istemeyebilir. hata affedilebilir bir şeydir ama biri de çıkıp -bana yaptığını sana bağışlıyorum ama kendine yaptığını nasıl bağışlarım- diyebilir. bir şeyin insana özgü olması, insana özgü olan hiçbir şeyin yanlışlığını ortadan kaldırmayabilir. bizim yıkılan duvarlarımız, başkasının katını yükseltebilir. bir insanın alçalması değil de, çakıldıktan sonraki o haline tanıklık ediyor oluşumuz canımızı sıkabilir. bir gecede bütün dişlerimiz tutmaz hale gelebilir. telafi edilebilir bir dün, dönüşü olmayan bir yarın halini alabilir. bir boşluk kendisini durmadan var kılabilir. bir yol yalnız da yürünebilir ama her yol bu yalnızlığı kaldıramayabilir.  


ama böyle şeylerden annemize bahsedemeyiz. mesela onlara, kalbimizi kıran kadınlardan ya da yarım kalan her şeyin bizde bıraktığı tortudan söz açamayız. çünkü annemiz bol endişedir, çokça sara nöbetidir annemiz. ele muhtaç olmamak ama öpecek bir el aramaktır annemiz. ama böyle şeylerden annemize bahsedemeyiz. hamsun'un açlığından ya da kierkegaard'ın titremesinden, annemize cehennemden. çünkü onun yarattığı cennete nankörlüktür her sözümüz. çünkü gövdesine taş yiyebilir annemiz ve yıllarca saklayabilir sızısını  ses etmeden. hiçkimseyi yanına götürüp işte bu o diyemeyiz. çekip gitmelerden ya da kalmaya mecal bulamamalardan söz edemeyiz. ancak rüyamızda görürüz. sesini bir kez daha duyabilmek için ne varsa susturmayı göze alabileceğimiz hatta küstahça, dünyayı yerinden oynatacak gücü kendimizde bulmamız ama o parmaklarımızın ucunda yatarken hiçbir şey yapamamızdır annemiz. ama annemize böyle şeylerden bahsedemeyiz. aslında annemize hiçbir şeyden bahsedemeyiz. eve geldiğimizden, yemek yemek üzere olduğumuzdan, onu özlediğimizden bile. çünkü bir daha candan gülemeyeceğimizin garantisidir annemiz. ve annemiz öldüğünde sadece "artık yaşlanmayacak" diye sevinebiliriz. 

31 Mart 2013 Pazar

az önce yarına bir kapı araladım

yarın diyorum yeni bir dün
ben her sabah bir hatırayla uyanıyorum
kıpırdamasam yerimden diye geçiyor içimden
bir anda kalabilmek mümkün olsaydı
kesinlikle bu anı seçmezdim diyerek
yerimden doğruluyorum

kalkar kalkmaz üzerime bir şeyler alıyorum
ta içimden bir ses yeni uyandın 
üşüteceksin, bir şeyler giy diyor
anımsamaya çalışıyorum söyleyişini
kimsenin sana bir şey dediği yok
boş yere alınganlık yapıyorsun diye hayıflanıyorum

bir şeyler yakıştırıyorum kendime ayna karşısında
hep aynı şeyi giyememenin laneti bu
her gün bir daha beğenmemek zorunda kalıyorum
niyeyse hep kapıyı çektikten sonra
alelacele ceplerimi yokluyorum
anahtarların şıngırtısını duyunca 
şu koskoca dünyada dönülebilecek tek yer
burasıymış gibi bir huzura kavuşuyorum

otobüslere biniyorum kulaklarımı tıkayarak
başka türlüsüne tahammül edemiyorum
biraz ilerliyorum, zaman ilerliyor
başka bir uğultusu, aklımın uğultusunu bastırıyor
dinecek birkaç durak sonra diyemiyorum
madem söylenecek bir şey kalmadı
ben senin adını tekrarlıyorum

ikna edemiyorum kimseyi hiçbir şeye
hem de tam olarak hakikatten bahsederek
bundan derin bir azap duyuyorum 
kendimden şüphe etmiyor değilim
ne de eminim her şeyin böyle olması gerektiğinden
ama sözler veriyorum sımsıkı tutacağımdan
sözler unutulur, her şey değişir diyor
karşılaştığım pek çok unutkan

dünya göğe salınmış bir uçan balon misali
çok uzaktan bakıldığında diyorum ama
hafife alıyor değilim asla
aksine onu büyük bir yük olarak görüyorum
üzerine bindiğimiz ama bizim taşıdığımız bir şey bu
ne garip değil mi gibi sorular soracak olsam
hemen yerin altına girip rahat bir nefes alıyorum

yenilmekten korkuyor değilim
bu bir yarış değil diyorum sadece
ama diyorsan ki illa galip geleceğim
yeter ki gel diye olur olmaz sayıklıyorum
unutuyorum kaça kadar saydığımı 
başa dönüp adınla yola çıkıyorum

bazı günler akşam olmuyor 
ben sana kalmadım diyerek kararıyorum
sırt üstü yatıp biraz kitaplarla laflıyorum
söz ver aramızda kalacak hepsi diyor
bir sorunun çengeli takılıyor sonra aklıma
aramızda mı kalacak yani bu devasa mesafe
ve gelmeyecek miyiz hiç bir araya

bilmem neden, sevmem aslında hiçbir şeyi
bu kadar sade dile getirmeyi
oysa kıyıya vurması bir dalganın ne kadar yalın
bense merak ediyorum onu oraya getireni

sanılmasın mahrum ediyorum kendimi her şeyden
evin bütün odalarını geziyorum eğer hava çok güzelse 
bir nefes çekiyorum içime şu karanlıktan
seyretmek için şu duvarı, sırtımı yaslıyorum diğer duvara
bir yerlerde bir deniz olmalı diyorum
eğer burası bu kadar karaysa

inan ki inanmam asla böyle şeylere ama
bir gün imkanım olursa eğer gökkuşağından
bir kapı yaptıracağım evime
sen o kapından ister gir, ister çık
bütün dileklerin gerçek olsun diye

şu sessizlik böyle hüküm sürmesin istiyorum
kafam kaldırmıyor artık bu kadarını
birkaç nota bulaşıyor ellerime
donuk renkli, misal fani, solgun lakayt, siluet dokunaklı
ateşe veriyorum hemen her şeyi
yansın dünya diyorum çok mu
yeter ki üşümesin onun ayakları

kağıtlar karalıyorum pek uygunsuz saatlerde
yazdıklarımdan hiçbir satırı anneme 
okutamadım diye bazen
gözlüklerimin camını buğulandırıyorum
çok ağır gelmeye başlarsa bazı şeyler
hiç olmazsa karşısında diyorum kaç kez
oturup ona bir daha hastane önünde incir ağacı söylüyorum

insanların arasına karışıyorum zaman zaman
anlamıyorum ne diyorlar ve neden konuşmuyorlar
aslında konuşulması gerekeni
nefret etmiyorum yine de hiçbirinden
nasıl ki ezmiyorsam adını bilmiyorum diye bazı çiçekleri

bir denize senin rengini veriyorum
senin kokuna buluyorum bütün ormanları
yeşilini biraz abartıyorum gibi yaprakların
bir bulutun boynuna ip geçirdiğim oluyor
bu sahiplik hissinden biraz rahatsızlık duyuyorum
gel gör ki sen daha yokken babanın aklında
ve annen taşımıyorken seni karnında
seni benim biliyorum

işler içinden çıkılmaz bir hal alırsa
dünya diyorum bin yıllardır böyle
senin için mi değişecekti yani şu düzen
sen ki değiştiremiyorsun yanlış almışsan bile bir bileti
tutup bambaşka bir şehre gidiyorsun mesela
ve hayret dahi etmiyorsun 
kıyısı olmayan bir şehre nasıl gidilir vapurla

insanın vicdanını rahatlatmak için yaptıklarına üzülsem mi, 
yoksa en azından vicdan sahibi olmasına sevinsem mi 
bilemiyorum, bilemediğim gibi pek çok şeyi
çok istemek ayıp mı, utanmalı mıyım kendimden
niye geçiremiyorum iğne deliğinden bir devi

kimseye ayıp olmasın diye biraz daha yaşıyorum
aman zahmet olmasın diye kimseye
kendimi seviyorum biraz
beni sevmeyen herkesin yerine
konuşuyorum karşıma alıp kendimi
sen de olmasan kim severdi seni diyorum
bak koyamıyorsun yerine başka birini

bunu becerememem için hiçbir sebep yok
itinayla kendime kızıyorum
şu yaşa geldin ama hala kendine
derme çatma bir imparatorluk dahi kurabilmiş değilsin
hükmü yok sözlerinin kendinde bile
daha sonra silkinip toparlanıyorum
kimsenin arkasından konuşmam, yanında belki bazen
gelsin o karınca buraya, söylerim bunları yüzüne de

dilerim ama dilenmem, bu geçsin hiç değilse kayıtlara 
herkes yerini bilsin, şu ağaç mesela
diyecekken köksüzleşiyorum
alıp kendimi elimin ulaşamayacağı bir yere koyuyorum
unutuyorum kendimi orada

akıl dağıtıyorum gördüğüm herkese, bana fazla geldiğinden değil 
onsuz da yaparım mutlaka biliyorum 
biri bana uzatacak olsa mesela bir parça
kibarca teklifini reddediyorum
şimdi fikir değiştirmeyeyim diyorum
öksürtüyor beni fazlaca

büyük bir şeyi ifade etmek için konuşunca
boyumdan büyük laflar etmiş sayılıyorum
hiçbir şey sonsuza kadar sürmez diyorsun
peki ya sonsuzluk sonsuza kadar sürer mi
diyecek olup susuyorum karşında senin
her gelen gidiyor demek iyi de
nasıl eminsin bir gün gelmeyeceğinden, gelmeyenin

düşündüğünde her şey ne kadar zor 
oysa ne kadar kolay kıyıyor insan birine
ben kimseye kıymayayım diye ellerimi cebimde saklıyorum
çarpmasın diye örneğin elim, diğer elime

kim sevmiş şimdiye kadar birini
beni çok seviyor diye bir düşün 
ama yine de insan olmayacağını bildiğinin peşini, 
olmadığını görmeden bırakmıyor 
gerçi görünce de bırakmıyor, kendime hak veriyorum
çünkü haksızlık etmem kimseye 
bu yüzden adınla başlıyorum adımı söylemeye

deli gönül diyor bakkala ekmek almaya
gidiyorum diye çık, bir daha da gelme
sonra bakıyorum "ekmek almaya gidiyorum"
diyecek kimse yok, oturuyorum yerime

ne yapsam da gelsen
ya da ne yapsam da seni aklıma getirmesem
aslında hiç doğru bulmuyorum böyle şeyleri
sabah sabah öğle sonrası akşam üzeri ve gece yarısı
uluorta tekrar tekrar söylemeyi

merhametli bir öfke nedir anlaşılacak mı bir gün
ve nasıl dövülür bir demir şefkatle
zulüm değil, yarası olanı ateşle dağlarlar
bazen kesiklerden bir barakada düşünüyorum
keskin kılıç kınına mı zarar 
hiç gerek yok biliyorum böyle laflar etmeye
özledim demek çok mu zor hem de özlemişken bu kadar

ritmim bozuluyor, halbuki ne kadar seviyorum ahengi
konu paylaşmaksa bir atomu dahi ikiye bölmeyi
önüme bakmaktan çok hoşlanıyorum
takılacak bir şey arıyorum da denebilir buna
ve beni nasıl utandırıyor güzel bir söz duymak
içim çekiliyor, sanki ekmek bandırıyorlarmış gibi ruhumun suyuna

çok sevdiğim bir adamın hatırası, çok sevdiğim bir kadının
öyle narin örüyor ki saçlarını
kim diyorum böyle dikkat eder bir saç teline
ve kim diyorum böyle rahat arkasını döner birine
ben çekilip bir köşeye onları seyrediyorum
o eski elleri alıp ve taptaze bir acemilikle 
sonra oturup senin saçlarını örüyorum

cevabını bildiğim sorularla yoruyorum aklımı
kabul edemiyorum bazısı için her şey nasıl bu kadar açık
nasıl bu kadar keskin dönüşleri
hiç mi vazgeçmezler vazgeçmekten demiyorum
ama ağırdan alamazlar mı bazı çekip gitmeleri

bardaklara su veriyorum, güneşlendiriyorum pencereyi
radyoyu açıp oralı olmuyorum
kitapları indiriyorum raflardan
şuraya bir mektup sıkışmıştır belki diyorum 
belki bir not benim için yazılmış
içinde bir buluşma tarihi, hem de bu yüzyıl içerisinde
bu bekleyiş diyorum bana yeter
artık hiçbir şeyle meşgul olmuyorum

canımı çok sıkıyor sadece iki kişiyi alakadar
eden şeylerin iki kişiyle çözülememesi
balık nasıl rahat su içindeyken ve
nasıl unutmuyor bir kuş konduğunda tekrar uçmayı
çekiç burada ve dimdik duruyorken çivi
merak ediyorum nasıl becerebiliyor ellerin ıskalamayı

yatmadan önce köstekli bir saati kuruyorum
alıp kulağıma götürüyorum
başımı dizlerine yaslamışım gibi bir his kaplıyor her yanımı
her tik-tak sesinde bir kez daha
babam, bir de o mavi matarayla kırlara gidiyorum
ellerinin çayırını çimenini özlüyorum

sokak lambaları odamı aydınlatıyor
sen ışıkların altından geçiyorsun, gülüşün de geçiyor
hayalin parmak uçlarına basa basa yürüyor
gelip yanıma uzanıyorsun, ömrüm uzuyor
üzerini örtüyorum gözlerimle 
önce ben diyen bütün şeytanlarımı taşlıyorum
yeni bir alfabeye adınla başlıyorum.


31 Ocak 2013 Perşembe

vaad edilmiş bir soru ve yer altından notlar


babam öldü. annem de öyle.
bir ocak günü ocağımı söndürerek
babam büyük adamdı
ama daha ölecek kadar değil
hem ben daha büyümemiştim
annesiz kalacak kadar.

aldı götürdüler beni soğuk bir odaya
zannettim ki babam 
diyecek oğlum meraklanma.
bir şey söylemeyince ben ona sarıldım
sarıldım ve aman allah'ım bu nasıl bir soğuk
bir battaniye veremez miyiz acaba babama?
derken kefenini aralayıp yüzünü açtılar 
baktım babam gülümsüyor
ah be baba, bunda ölünecek ne var?

diye sorarak ellerimle koydum babamı
karla kaplı bir mezara
daha ellerimdeki toprak kurumamıştı
annem öyle kendinden geçmiş
yatarken yoğun bakımda
anne dedim, babam seni bekliyor
ama ben daha çok bekliyorum
hem ben daha dünkü çocuğum.

çok zoruma gitti annem 
hiçbir şey söylemeyince
hiç böyle yapmazdı
annem ilk defa ölüyor ve.
ben ilk defa annemin ayaklarını tutup
onu bir mezara koyuyorum 
sürçtü ise elim affola  
iki günde bir, bir sevdiğimi gömüyorum.

babam öldü. annem de öyle.
en sevdiğim adam 
ve beni en çok seven kadın yani
göçüp gitti
kimsesiz kalmak böyle bir şey demek ki .