19 Kasım 2021 Cuma

Hayatın hatemi ruhumdaki yangı
İyileşmeye yeltendim bahara çıkıp
Hastalığın perçemi gözümün önüne düştü
Niyetimin ortasına saplandı süngü
Sarnıca girdim, su dökündüm
Perçemi yana çaldım, kanı yıkadım
Beni değişmez yere çark ettirdi döngü

Sırtımda çamurlu çaput, diktiğim yerden söküldü:
Gıcırtılı adım attım, duyan çalı bana takıldı.
Susulur gibi değil kırgın şafak, eksik basamak.

Durgun olan her su nazarımda yergi
Meylettim ırmakları kabından taşırmaya
Oysa sadece, su içinde çırpındırdı beni yargı.
Boğulsam kurtulacaktım; kıyıdan dal uzattı,
Beni mükellef saydı sorgu.
Aralamalıyım ardına beni kapayan her kapıyı
Yol ver, bahtıma çakılmış sürgü.

Aklımı çelen, gövdemi uyuşturup beni girdaplara daldıran,
Kanıma durmadan zehrini aşılayan baldıran
Neden bana nasip değil; bir söğüdün gölgesinde yaşamak.

31 Ekim 2016 Pazartesi

dağıldı yağmur kokan tenlerin hoşluğu 
toprağı okşayan ayaklar topraktan ayrıldı 
çünkü ruhsuz birinin icadıdır şemsiye 
çünkü şimdi topraktan sadece dikenler dirilir 
dokunuşlar bitik artık, abanmalar gözde 
çağ sızısı taşımazsan eğer ve 
hiç kimse seni sevmeyebilir 

sar beni, sakla kaygımla örülü cibinlik 
ne tarafa yüz çevirsem 
o gülüşlerle bezeli hainlik 
bir bıçak sapından kavranıp çevrilir içinde 
adı sahte ısrardır, kanından çay demlenir 
biri yüzüne somurtuyorsa candan 
seninle hiç bir işi yok demektir 

ve seni bütün bunlardan ayrı tutuyorum 
sen bu hayattan önce, bu hayattan öte 
harcın başka türlü karılmış senin 
sevişinde ne hırs, ne tamah birikir 
gelmezsin, yazgımız değil, tenime değmez tenin 
anlıyorum seni başımı çatlatarak 
ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmi bir.

5 Haziran 2016 Pazar

bir günde nasıl cahil bırakıldığımın alfabesidir

Bir şeyden bahsetmek gerektiğinde, nasıl olup da bir türlü sadede gelemediğimi düşündüm. Kaç adet sadet böyle heba oldu, bunun kafiyesini tutmaya parmak yetmez. Ama sanki bu sefer tam da parmak basılması gerekilenin kaçacak bir yeri kalmamış, işte şimdi köşeye sıkışmış da içgüdüsel bir tepkiyle olduğundan daha büyük görünmeye kalkışmış, korkusundan cesaret zırhı bürünmüş yani ve cümlenin nasıl başladığı akıllardan çıkmış bir halde, neyin nereye vardığının, varılacak hiçbir şey kalmamışsa da, önemine binaen, belki bir şeytan bacağı şansa kurban edilip erek nihayete erecek umuduyla, bir kez daha hayal kırıklığına uğramayı göz önünde bulundurarak ama göz ardı etmeye de hazır, bazen birden bire tertemiz bir başlangıç arzusu duyarak, mesela bütün sıfırları atabilse insan hayatından ve aniden yükselse değeri, halbuki alınıp verilecek hiçbir hesabın olmadığı bir gariplikte, ya değindiğine değmezse diye düşünmeden, ama ömür böyle geçmez, çünkü niyeyse hep bitmek bilmez uzatmalarını yaşıyormuşum gibi hayatımın halbuki yenildiğim de belli, lakin uzanacak yer yoktu ben de ayakta kaldım, gereksiz bu hengameyi, elimden tut diyecektim, söylemeye elim gitmedi.

İnsan olmanın kaçınılmaz sonuçları vardır. İnsan bu, birazcık rahata hemen tav olur ya da mesela ölüm tam da yanı başındadır ki karnı acıkır. İnsan olmak tam da böyle bir şeyken, insan insanlığından utanır.

Tarih, on apartmanı vardı diye kimseyi hatırlamayacak. Ya da şu takıların hesabı hiçbir kitapta geçmeyecek. Acıkınca ne yesem diye bütün derdin buymuş gibi düşündün, üstelik hem ne yediğini hem de bunu ne zaman düşündüğünü bile unuttun. Çok değil sana iki dün öncesinden bahsediyorum. Neler geçiyor, öksürüğün bile geçti. Demek ki diyorum bambaşka bir gerçek var. Değil mi ki tutup tekrar bağlamayacaklarını bilse, insan ne güzel gerçeklikten kopar. Bulunmuş ve yahut bulunmasına kesin gözüyle bakılan değil, aranılacak bir şey anıyorum. Daha büyük daha derin, tam da o esnada tuhaf bir hakikatle yer çekimi zonkluyor şakaklarında, peki nerede olabilir çorabımın teki? Zor mu ki şuraya cennetten bir köşe tasviri, ya da iplerine tertemiz çamaşırlar astığın bir bahçenin betimlemesi, insanın aklının odaları, kendi mevsimi. Hayır sonsuzluktan bahsetmiyorum. Sonu gelene kadar sürecek bir ebediyet, insanların sözlerinin arkasında durmadığı, arkasına saklandığı bir dünyadan öte ve uzak, ne tanrılık, ne tanrıcılık hevesi. Başımı omzuna koyduğumda bir an, belki hayatımda ilk defa dile getirebilecektim neredeyse ne demek istediğimi. Binlerce yılın bilediği bir keskinlikten sesleniyorum sana, bilesin, tarih de kalmayacak. Ben bu dünyadan çıkacağım, vaktin varsa benimle gelir misin diyecektim, söylemeye dizim tutmadı.

İnsan olmanın dayanılmaz acıları vardır. Sıksan, acı belki parmak uçlarından sağılır. Ama her nasılsa herkes dayanır, ya kendi acısına ya da acısına dayanacak öteki bir varlığa. İnsan tam da böyle, bir ağızdan nefes alır.

Gerçekten daha önemli bir şey yapacak mısın ya da başka bir meşgale bulsan daha değerli sayılacak mı hayatın, tamamını şu tablonun karşısında kıpırdamadan geçirmekten. Neler için heba etmedin, hayatını biraz da benim için heba etsen diyen bir canavar olabilse insan keşke. Başkalarının iki dudağının arasında olmak, kim aksini ileri sürebilir, daha kabul edilebilir bir şey olsun, kendi tablosunda insanın burnunun sürtülmesinden. Yasasız bir başıboşluk, apansız bir saçmalık, rüyalarına giren serabın kuma bulanması, bir suret bulması, tanımlanması, kavranması değil, iki insanın birbirinin karanlığını bir koz olarak kullanma gereği duymadan çırılçıplak kalması, bir titreyiş ve boyun eğiş ki onun yeryüzünü sarsması, eğer orada birbirine vefalı bir kayıtsızlık için gerekirse hiç dokunmadan, gözünü sakınmadan yokuşlardan yok oluşlardan, harap ediş ve bir kez dahi pişman olmayı aklının herhangi bir köşesinden geçirmeden,  başlamalardan ve bitmelerden, bir ödev olarak değil, bilmen gerektiğinden değil de sadece bilmeye hakkın olduğundan, öfkesinin şiddetinden değil, dokunuşunun merhametinden, buna nasıl izin verdim diye düşünmeden, dünyaya doğru eğilmeden ama onu görmezden de gelmeden, aklı zorlayan bir şeyden, hiçbir şey bilmiyorum, hiç değilse avucumda tuttuklarım avuçlarında dursun diyecektim, söylemeye takatim yetmedi.

İnsan olmanın anlatılamayacak tarafları vardır. O yüzden bu bahse hiç girmiyorum. Ama bahse girerim ki mutlaka bir dil bulacaktım, en azından iki kişilik. Gel gör ki insan tam da böyle, insan olmasını aşacakken, yaptığı hesapla kalır.



28 Ocak 2016 Perşembe

Bunun konumuzla ne alakası var?

İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur diyorlar. Bundan büyük felaket bilmediğim gibi bunun verdiği endişeden daha acı bir şey de düşünemiyorum. Düşün, ilkokula başlamışım, beslenme saati diye bir şey var. Sanki lüks bir restorana oturmuşsun da hangi çatalı önce kullanacağını bilemezsen, yemeğini önünden alacaklarmış ve sen açlığa mahkûm olacakmışsın gibi bir yabancılık. Daha ilk gün, beslenme çantama annemin koyduğu zeytinleri, ekmeğin arasına doldurup yeni tanıştığım bir arkadaşımla okulun bahçesine çıkıyorum. Sonradan öğrendim, beslenme saatini sınıfta geçirmek gerekmiş. Dünyadan haberdar olmak nasıl mühimse, sokakta bir şeyi kaçıracağım düşüncesinin yaptırmayacağı şey yokmuş sanki. Büyük abim, acayip kızardı, sokakta bir şey yiyip içme meselesine. Görünce fırçayı basardı. Ki abim bu konuda, oldukça göz dolduran ve korkutan bir yeteneğe sahip idi. Bir sefer yarım ekmeği dişleyerek sokakta dolanırken, aniden karşıdan belirdi. Hayatta kalma refleksiyle, yarım ekmeği, süveterimin altına sakladım. Abim yaklaştı, hal hatır etti. Yarım ekmeğim, süveterin içinden düşüp kendini açık etmiyor ama dikkatlerden de kaçmıyordu. Ne var orada diye sordu abim. Elimi süveterin altına götürüp ekmeği çıkardım. Yüzüne bakamıyorum, zaten boyum bir metre, ekmeği kesiyorum ben de. Hadi git evde ye onu dedi. Kızmadı diye o kadar şaşırdım ve sevindim ki ekmeğin içinde birden bolca sürülmüş çikolata belirdi.

Sanırım o zamanlar açılmaya başladı, hayat pergelinin bir ucunun diğer ucuyla arasındaki mesafe. Evde muazzam bir tertip ve düzen, dışarıda her gün kavga. Sabahın köründe evden çıkıp, sokaktan el etek çekilinceye kadar dönmüyorum. Arada bir ekmeğin arasına bir şeyler koymak için uğruyorum eve sadece. Gerek kendi mahallemizdeki, gerekse civar mahallelerdeki çocuklarla kavga etmemiz için, karşılaşmış olmamız yeterli bir sebep olarak görünüyor. Zaten büyüdüğüm yerde kavganın eksik olduğunu hiç görmedim. Zibidi diye tabir edilen adamlarla aynı havayı soluyup, etkilenmemek mümkün olmasa gerek. Diğer taraftan büyük iki abim, mahallenin okumuş tek çocukları. Hem okumuşlar, hem de eve kitap almışlar. Haliyle ondan da etkilenmiş büyüyoruz. Henüz on üç on dört yaşında, ya memleketin bütün serserilerinin bir şekilde müdavimi olduğu atari salonuna gidip,  göz gözü görmez bir dumanın içinde üç jeton alıp saatler geçiriyorum, ya da bir binanın ikinci katındaki kütüphaneye gidip kitap okuyorum. Platon'un Devlet'ine ilk orada göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi ayrımlar, her iyinin hoş olmak zorunda olmadığı gibi, her güzelin de iyi olmasının gerekmediği gibi enteresan fikirler aklımda dönüp duruyor. Bir yere konumlandırabildiğim yok ama enteresan geliyor. Sonra dışarı çıkınca, yine kaçınılması mümkün olmayan bir şiddet sarmalının içinde buluyorum kendimi. İçimle dışım senkronizasyon sorunu yaşıyor. Evde şiir okuyup incelttiğim ruhumu, dışarıda bir canavara dönüştürmek zorunda kalıyorum. Lisede, daha biraz önce yan sınıftakilerle kafa göz birbirimize girmişiz, hoca sınıfa gelince oku da bir şiir dinleyelim diyor. Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun diye sayıklıyorum. Spor salonda kum torbası dövmekten, kaval kemiklerim beton gibi oluyor, akşam yatarken ney taksim dinlemeden gözlerimi kapatmıyorum. Bir taraftan, kara çocuklarla futbol oynuyorum. Diğer taraftan da daha beyaz sayılabilecek arkadaşlarımla basketbol sahasında koşturuyorum. Bazen küçülüp bir kuş gagasına susam oluyorum, bazen kıymetimden kendimi koyacak yer bulamıyorum.  Şimdi de yetmişine gelmeden biraz değişsen diye kendime tavsiyede bulunuyorum, sonra, ulaşabileceğin bir mükemmellik kalmadı diye kendimi teskin ediyorum. Konuşmayı beceremem dedim diye, küfretmekten de anlamam sayılıyorum. Bir yere girince fark edilmedim diye, fark da yaratamam sanılıyorum. Sanma ki kendimi ele veriyorum diye, seninle eşit olmuş oluyorum. Belki biraz burun sürtülmesi lazımdır bana. Ya da parlak zihnime birazcık daha cila. Bu uyaktan haz etmiyorum. İçimde müthiş bir yazma arzusu duyuyorum, dışımdan ben şimdi bundan niye bahsettim ki sorusunu soruyorum. Evde yakışıklı diyorlar, dışarıda da kendimi öyle sanıyorum. Bazı şeylerin farkına vardım ama hala kendimi, "Selam, ben annemin en yakışıklı oğluyum" diye tanıştırıyorum. 

8 Ocak 2016 Cuma

Üç

dün

bilmeni isterim ki canımıniçi
son iki yüzyılında dünyanın
ellerinin değip de güzelleştiremediği 
hiçbir şey yokken, kendime bakıp da utanıyorum
nasıl oluyor sahi ve özlemimden soruyorum
ben ebedi bir hata olarak bana 
uzaksa uzak, bir de senin gözlerinden yol alıyorum

sen başka bir şehre gideceksin diye
oturup ayakkabılarını boyuyorum
oradan ne getireyim sana diyorsun
ben hep, sen gel yeter istiyorum
ama uzaklık, sevdiklerimin yurdudur madem
ve laftan sözden anlamaz bir çocuk ısrarım
öyleyse ben de geliyorum

gözlerimle gördüm, üç gündür komada bir çiçek tarlası 
kim bilir belki uykusunda su içiriyorlar ona
bir de sanki dudağında ömer fısıltısı
elinden geliyorsa elimden tut diyorum
elinden gelmiyor ve ben dünkü çocuk
birdenbire büyüyorum 


bugün 

burada her şey kandan ve kirden yapılma 
bense sular altındayım fakat
şüphesiz ki ortağı olduğumdan bu hırsın
ellerimi hiç duru hissetmiyorum
bir fotoğrafımız var, boynuna sarılmışım
sanki bir tek orada anlam bulmuş bu eller
başka ne işe yarar bilmiyorum

olacağı bu ya, öncekiler gibi her gün
ben sabahlara bir hatıra bölüştürüyorum
her şeye biraz sen, her birazda her şey sen
birazdan çağırmanla uyanıyorum ve 
hazırladığın bir sofrada senin gönlün olsun diye
yüzlerce ihtimal arasında
bir ihtimal hayatta kalıyorum


yarın 

bilmek istiyorum
insan insanla ne konuşur 
ve topallayan bir kırkayak 
dikkat çekmeden nasıl ortalıktan kaybolur
şu yaşıma gelince anladım biraz 
her şeyin birazı olur, ölümün olmaz


13 Aralık 2014 Cumartesi

sözlerimi karıncalar üzerine almasın. yazdıklarım atları da bağlamaz.

Yazılanlar hakkındaki görüşlerin beni zerre ilgilendirmiyor. Say ki boşa konuşuyorum. Çünkü duyulmakla değil, söylemekle sıkıntısını çektiğim şeyden kurtulacağım gibi bir olasılığa inanıyorum. Hele ki olumsuz yargılarını işitmeye ayıracağım hiç vaktim yok. Zaten böylesi, alışılmadık bir şey olurdu benim için. Bir süre kendimi, "Kimse beğenmek zorunda değil", "Tabi ki herkes fikirlerinde özgürdür", "Eleştirel bir yaklaşıma kim hayır diyebilir ki", "Görüşlerin benim için çok değerli" gibi cümlelerle oyalamaya çalışsam da en sonunda bir şeyden anlamadığın konusunda kibrimle hemfikir olacağım ve seni küçümsemeye başlayacağım. Kendime engel olamıyorum, lütfen biraz sabır, her şeyi anlatacağım.

Böyle bir afallamayı en son, ikişer yumruklu üç adamın yumrukları vücudumda havai fişekler gibi patlarken ve ben görsel bir şölen eşliğinde dayak yerken yaşamıştım. Bilirsin tarih tekerrürden ibarettir, bilhassa insanın kendi tarihi. Aynı bakraç ile her zamanki kuyudan bilindik çıkarımlar yapmakta ve hiç ders almamakta pek mahirdir insan. Öte tarafta insan, belki de "Ben de insanım" diyebilmek için, hiç çekincesiz bu tekrarın çarkına kendini kaptırmakta bir yanlışlık görmüyor. Yani herkes gibi, herkesin ortasında, aynı tekrarla farklı bir netice elde etmeyi ummanın aptallığı içerisinde bu soylu birliktelikte kendisine ayrılan yere geç de olsa tepe taklak yol almayı arzuluyor. Bilesin şu dünyada ne varsa, pişman olmak için var. İyi ki demek, iyi ki pişman olmuşum demek dışında hiçbir yere bu kadar yakışmaz ve kurtuluşa bundan başka bir kapı açılmaz.

Bu sefer beni bu denli sarsan, suratıma yediğim darbenin şiddeti değildi. 

Bak burası başka bir dal. Yazmayı severim. Yazmak deyince bir dünya inşa etmek sanılmasın: Kendime hatırımı sorarım. İnsanın hatırına verilecek kaç cevap olabilir ki gevezelik ediyorsun diye de kendimi kınarım. Macerayı severim: O yüzden pek çok kez, bütün bir hafta sonunu evin odalarını adımlayarak geçirdim. Cesaretim gözümü korkutmuyor değildi ama birkaç gün boyunca hiç kimseyle temas etmeden yaşayabilmenin hayatıma kattığı heyecana da dur diyemiyordum. Bu sebeple, müthiş bir çekingenlikle dışarı adım attım ve evden çıkar çıkmaz, eve geri dönmenin hayalini kurmaya başladım. Kitaplardan anladığım kadarıyla, canı ne istediyse onu yapan birine yakıştırılacak bir hastalık tarifi mutlaka geliştirilmiş. Sırf canın öyle istedi diye, yataktan kalkmayı reddet ve hemen bir kitap aç. Bu yaptığını karşılayacak bir bozuklukla seni itham ettiklerini göreceksin. Evden çıkmayı mı istemiyorsun? Sen sosyal korkuları sebebiyle, dışarı çıkmamak için bütün bahaneleri üretmeye hazır birisin. Otobüslere binersin, vücudun terler, hiç sebepsiz endişelenirsin, bir an önce eve dönmek uğruna, hiç yemek pişirmediğin evin için "Ocakta yemeğim var" dersin. O yüzden derler, biraz dışarı çıkmalı, biraz insan içine karışmalısın. Hem yapılan araştırmalar gösterir ki sosyal çevresi geniş olan insanlar, olmayanlara oranla daha uzun yaşar. Ama hep atladıkları bir şey var: Sen daha uzun yaşamak istemiyorsun. Yani, inşa ettikleri dünya karşısında, senin kendine bir dünya kurmanın hiç tasvip etmedikleri bir şey olduğuna emin olabilirsin. Yani sevgili dostum, senin ispanya kralı olmanın önündeki en büyük engel sahip olmadıkların değil, dünyanın senin için düşündükleri, senin için uygun gördükleridir.

Macerayı severim: Neredeyse dışarıdan duyulacak yükseklikte bir sesle, sözlerini yarım yamalak hatırladığım bir şarkıyı fısıldayarak ilerledim. Caddeye çıkan sokağın köşesini dönünce, ağzındaki sakızı birinin gelmişine geçmişine küfreder gibi çiğneyen bir kadınla karşılaştım. Bir yerden gözüm ısıracakmış gibi kendimi zorladığım bir tanıdıklık varsayımıyla karşısına dikildim. Vücudunun alt tarafı yere çivilenmiş gibi bir sabitlikte, üst tarafı omuz hareketleriyle bana çalım atmak ister gibi kımıldarken, sözler ağzımdan ok gibi fırladı, çevik bir hareketle bunu savuşturamazsa, ciğerinden vurulması kaçınılmazdı. "Eğer samuray kılıcım yanımda olsaydı, kafanı bedeninden ayırmak için bir saniye bile düşünmezdim" dedim. Sözlerimi havada yakalamak istercesine sağ elimi hızla yukarı kaldırıp ağzımı kapadım. Hayretler içerisindeydim ve yalnız değildim. Birkaç saniyelik duraksamadan sonra kadın, "Defol be" diyerek, yüzünü limon olmak istercesine ekşitti. Onu baştan aşağı süzdükten sonra, istemsiz bir teşhisle, "Zaten kıyafetlerin de bok gibi" diyerek sözlerimin altına şık bir imza çaktım. Tokat, gecikmeksizin suratımda patladı. 

Kötü bir tahminle ters tarafımdan kalkmıştım. En iyi ihtimalle rüyadaydım. 

Dünya karşı konulamaz bir inatla dönüyor ve ben karşı konulamaz bir ısrarla elimle yanağımı tutuyorum. Sayısız felaket senaryosunun karşısına, yalnızca evde başıma gelebilecek olanları sıralıyorum. Arka planda sözlerini tam hatırlayamadığım şarkının solosu çalıyor. Banyonun ıslak zemininde kayarak başımı bir yere çarpabilirim, tıraş olmak isterken yanlışlıkla bileklerimi kesebilirim, saçlarımı kurutmak isterken akıma kapılabilirim, market poşetini üçüncü çekmeceye koyarken kendimi asabilirim, eğilirken belim tutulabilir ve kalan ömrümü böyle geçirebilirim, dönen sandalyede dengemi kaybedip aşağı düşebilirim, pencereyi açmadığım için havasızlıktan ölebilirim, mutfaktan aldığım ekmek bıçağı ile mutfakta parmaklarımı doğrayabilirim, yediğim bir şeyden zehirlenebilirim, balkonsuz bir evde kutlamaları bile seyretmezken vurulabilirim, freni boşalmış bir kamyon içeri dolabilir ve ben bir hoş geldin demeye bile fırsat bulamadan ezilebilirim. Nuh halim parçalı tufanlı ve ben bir kaşık suda boğulabilirim.

Yalnız başıma, yolun ortasında, elim yanağımda donakalmışken, koluma dokunup kulağımdan içeri giren bir ses "İyi misiniz?" diye sordu. Yere sapladığım bakışlarımı, ekskaliburu yerinden söker gibi kaldırarak "Neden merak ediyorsun?" dedim. Kötüyüm diyelim, peki sen Lokman Hekim misin? Bir adamın yirmi sekiz yıl yaşadığından, öldüğünden bir gün habersiz yaşadım. İki yıl bir kadının hayali omuz başımda dolaştım. Hiç pahasına, sokaklarda avuç açtım. Avucumu yaladım: sabah ezanlarında kalkıp o odada kimse var mı diye meraklandım. Bir elim yağda öteki de balda, içimi doyuramadım. Diyelim, fişte unutulmuş bir ütü kadar kızgınım, yanışıma değil unutuluşuma. Hiç geçmeyen düne. Ya da çıkarırken kopardığım gömlek düğmesine. Geç gelen otobüse. Akmayan musluğa. Tıkanan lavaboya. Sesi hiç kesilmeyen komşuya. Alarmla uyanmaya. Kolundaki kadına dönerek "Manyak lan bu?" deyip sözümü kesti yüzü olmayan ses. "Sana giren çıkan nedir?" dedim. Sanki içimdeki canavar sesime dublaj yapıyordu. Kadın adamı çekiştirerek, "Yürü gidelim, ne hali varsa görsün manyak" dedi. Arkalarından bağırdım: "Manyak ha? İyi buluşmuşsunuz asgari müşterekte. Birbirinizin kıymetini bilin, tencere adam, kapak kadın".

İçimden geçeni içimde tutamıyordum. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan alelacele dün akşamı hatırlamaya çalışıyordum. Macerayı severim: İşten eve gelmiştim. Sol elimle kapıyı kendime doğru çekerek, sağ elimle anahtarı çevirdim. Ayakkabımı çıkarıp terliklerimi ayağıma geçirdim. Hava çoktan kararmıştı. Kapının hemen karşısındaki düğmeye basarak koridorun ışığını açtım ve soldaki odaya girip kıyafetlerimi değiştirdim. Lavaboda elimi yüzümü yıkadım. Sabun bitmiş almak lazım. Şu evin eksiği bir gün biterse, hiçbir şeye dokunmayacağım bir süre. Askıdaki havluda elimi yüzümü kuruladım. Ayı yarıladık, ömrü yarıladık. Ha gayret. Biraz daha sabır. Salona geçip nostaljik radyonun düğmesini çevirdim. Radyo 3'te Vivaldi'nin Dört Mevsim'i cızırdıyor, kemanlar kışa dönüyor. Masanın üzerinde, her birinin bir yerine ayraç saplanmış on altı kitap duruyor. Okuma lambasını açıyorum. Elime aldığım kitabın ayracına olan kadar bölümlerine göz ucuyla bakıyorum. Neredeyse hiçbir satırı okuduğumu hatırlamıyorum. Yine aynı his. Ezberlemeli hepsini, yoksa böylesi, faydasız bir vakit geçirmekten öteye gitmeyecek. O kitabı okumuştum. Ne kaldı aklında? Dört satır. Geri kalanlar ne içindi? Kendince damıttığın dört satır, ummanda dört damla etmiyor. Tekrar tekrar okumalı, ne dediğini anlayana kadar da değil, niçin dediğini anlayana kadar. Kitabı kapatıp yerimden kalktım. Mutfağa gidip buzdolabını açtım. "Üşüyorum, kapama gözlerimi" diye buzdolabını seslendirerek, kapısını tekrar kapadım. Dolabın üstündeki, poşeti açıp dünden kalan ekmekten bir kaç lokma yedim. Öğlen Metin aramıştı, yarın beraber kahvaltı yapalım. Nasılsa yarın doyururum karnımı diyerek, bu birkaç lokmayla yetindim. Yemek yeme gibi bir derdim olmasa, acaba şu evden hiç çıkar mıydım diye kendime bir soru yönelttim. Boş ver şimdi bunları. Bugün, bütün gün çalıştın. Yazılması gereken şeyler vardı, yetişmesi gereken işler. İşte bak bugün de, yarın için bugünü es geçtin. Odaya dönüp yatağa uzandım, radyoyu ve gözlerimi kapattım.

Olağan dışı herhangi bir şey olmuş gibi durmuyordu. Atladığım bir şey de olamazdı. Bu gariplik gözümü korkutmaya başlamıştı. Ben bu saatte neden dışarı çıkmıştım. Ha evet, arkadaşımla görüşecektim. Cadde üzerindeki bir mağazadan başımı içeri sokup, "Bu cansız mankenlerin üzerine giydirdiğiniz gömleklerin arka tarafını toplayıp tutturuyorsunuz, sonra ben giydiğimde üzerimde niye öyle durmuyor diye kendimi kötü hissediyorum" dedim. İçeride müşteri yoktu. Sadece mağaza elamanları. Biri yerleri siliyordu, diğeri vitrini düzenliyordu. Söylediklerimi tam olarak algılamadıklarından emindim. "Sahtekar herifler" diye bağırdım. Yerleri silen, kuşağından kılıcını çeker gibi, sileceğin sopasını kabzasından kavrayıp yerden kaldırdı. "Kusura bakmayın" dedim. Sonra içeri girip "Acaba bir telefon edebilir miyim, önemli bir mesele" dedim. Şaşkınlık içerisinde, "Peki" dediler. Biraz ötemde fısıldaşıyorlardı. Metin'i aradım. "Acil bir işim çıktı, acayip bir tokluk duyuyorum" dedim, "Kahvaltıyı yarın yapsak olur mu?" Telefon ahizesini kapatıp tekrar kaldırdım ve yeni bir numara çevirdim. "İşim düşmese aramam biliyorsun" diyerek söze girdim, "Doktor bir arkadaşın vardı, birkaç kere söz etmiştin. Bugün acilen görmem lazım onu. Bana bir görüşme ayarlayabilir misin?" dedim. "Dürüstlüğüne hayranım, berbatlığını gölgelemiyor" diye cevapladı, "Ulaşmaya çalışacağım, fakat nedir bu kadar acil olan?". "Kafayı yediğimden şüpheleniyorum, beni onaylayacak bir bilim insanına ihtiyacım var" dedim. "Kafayı yesen, bunu fark edemezsin, korkma delirmedin" dedi. "Kıçına mesai yaptırıp vardığın felsefi sonuçları kendine sakla. Şu ahizeden bile fark ediliyor ki okuduğu iki kitabı, hayatın sırrını çözmüş edasıyla satmaya kalkan bir salaktan başka bir şey değilsin" dedim. "Sen gerçekten kafayı yemişsin" diye sesini yükseltti. Sinirlenmişe benziyordu. "Evet, evet. Yardımcı olacak mısın?"

Çalışanlardan mağazanın numarasını rica ettim. Bana bir tabure verdiler. Yirmi beş dakika kadar üzerinde vakit geçirdim. Vakit geçsin diye ayaklarımı birbirine vururken "Ylajali" dedim, tek seferde. Telefon çaldı, "Saat 11'de, seni bekliyor olacak". Adresi aldıktan sonra, "Teşekkür ederim, şu fani ömründe bir işe yaradın" diyerek konuşmamı sonlandırdım.


Zengin bir semtteki bir apartmanın giriş katının kapısını çaldım. Genç bir kadın açtı kapıyı. "İsmim Ömer" dedim telaşla, "doktorla görüşmem vardı". "Şöyle buyurun, birazdan sizi alacak" dedi.  Bir kahkaha patlattım. "Bunun için sana para veriyorlar, öyle mi? Kapıyı açıyorsun ve buyur diyorsun, hepsi bu. Akşama kadar eşek gibi çalışan insanlardan daha fazla kazandığına eminim. Peki, ne için? Buyurun diyebildiğin için mi? Hiç, aldığım parayı hak ediyorum diye düşündün mü? Eminim ki hayır. Hatta hak ettiğinin daha fazlası olduğuna eminsindir. Hatta hak ettiğin yerin bu olmadığını da düşünüyorsundur. Ne olacaktın, bir hastanenin baş hekimi mi? Hayır, hepsi bu işte. Kapıyı açacaksın ve buyurun diyeceksin. Bu kadar. Daha fazlasını ummayı bırak". Şaşkınlığını biraz bastırdıktan sonra, sesini kontrol etmeye çalışan bir edayla "Yaptığım sadece bu değil elbette. Doktor beyin görüşmeleri ayarlıyorum. Yaptığım bir sürü yazışma var. Sayamayacağım daha bir sürü şey". "Sayamazsın tabii" dedim, "Çünkü yok". "Bu sizi hiç ilgilendirmez beyefendi" dedi. Sonunda mantıklı bir cümle kurabilmişti. "Ben şöyle oturayım, doktor beni çağırdığında haber verirsin değil mi?" dedim, "en azından bunu başarabileceğine inanıyorum". Dolan gözlerini, göz kapaklarının yarısının arkasına saklayarak, koltuğuna oturdu. Muayenehanenin salonunda, üçlü koltuğun ortasında, kollarımı, sanki yanımda olmayan iki kişinin omuzlarından tutar gibi, yana doğru açmış, sabırsızlanıyordum. Bunca yıl, ölçülü bir tavır takınabilmek adına geçmediğim tezgah kalmamıştı, ruhumda yontulmadık budak bırakılmamıştı. Söylememek için, konuşmayı öğrendim. İçime atmak için eğitildim. Bunca yılı, hep kendime çatarak ve bu çarpma sesi dışarıdan duyulmasın diye gayret ederek geçirdim. Kimse incinmesin diye, hep kendi gönlümün bileğini burktum. Tebessümler, hal hatır sormalar, peki efendimler, iltifatlar, ricalar, gurur duymalar, tanıştığına memnun olmalar, lafı olmazlar, dostlar ne için vardırlar.

"Beyefendi" diye seslendi tepemdeki gölge, "Buyurun doktor bey sizi bekliyor". Yüzüme bakmaktan çekiniyordu. "Teşekkür ederim" dedim, "biliyorum şükran duyulacak bir şey yapmadınız ama yine de... " Arkasını döndü, yerine gidip oturdu. Doktorun odasının açık duran kapısından içeri girdim. Tebessümle karşıladı beni. Otuzlu yaşlarda olduğu izlenimi veren tıraşlı yüzünü taşıyan, mavi gömleğinin üzerine geçirdiği beyaz önlüklü gövdesi çocuklar gibi şen "İnanın o kadar yoğun bir gün ki. Ama arada arkadaşımın hatırı olunca ve acil olabileceğini söyleyince onu kıramadım" dedi. "Sizler ne kadar da seviyorsunuz kendinize önem atfetmeyi, hiçbir şeye vakit bulamamakla övünmeyi" diyerek söze girdim, doktorun elini sıkarken. "Çok şakacı biri olduğunuzdan söz edilmişti, şöyle buyurun lütfen" dedi doktor, tebessümünü devam ettirerek. "Şakacı senin babandır, belli ki sen de yapabildiği en iyi şakasın" dedim. Biraz suratı asıldı, bozuntuya vermeden devam etti, "Neyiniz var?"


"Ağzıma geleni söylüyorum" dedim, "hatta söylemek için ağzıma bilerek getiriyorum gibi hissediyorum. "Nasıl yani" dedi doktor. "Sen konuşulanları anlayabileceğini düşünüyor musun? Yani daha önce söylenmiş bir şeyi anladığın oldu mu? Çok karmaşık bir şey olmasına gerek yok, basit bir şey de olabilir" dedim. "Ömer bey bakın, sizi arkadaşımın hatırı için, size yardımcı olabilmek adına kabul ettim, sizin hakaretlerinizi dinlemek için değil". "Bakın, anlamıyorsunuz" dedim, "kendimi tutamıyorum". "Ne zaman oldu bu, yani ne zamandan beri böylesiniz" dedi doktor merak içerisinde. "Köşeyi döndüğümden beri" dedim, "yani bu sabah, köşeyi dönünce sakız çiğneyen bir kadınla karşılaştım ve olmadık laflar ettim ona". "Kim bu kadın, tanıdığınız biri mi?" diye sordu. "Tanıdığım hiç kimse sakın çiğneyemez ya da ben öyle biriyle tanışık kalamam, ben prensipleri olan biriyim" dedim, "yani, tanımıyorum demek istedim". "Ömer bey, birkaç şey sormak istiyorum" dedi, azar işiteceğinden çekinir gibiydi, "Daha önce böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Ya da şöyle sorayım, içine kapanık biri misiniz? Bir problemle karşılaştığınızda onu öylece bırakmayı mı tercih edersiniz çoğunlukla, yoksa karşınızdaki insanla bunu konuşarak halletmeyi mi?". "Doktor bakın, ben buraya içimi dökmeye gelmedim" dedim. "Rahatlıkla her şeyi anlatabilirsiniz, ben burada bunun için varım" dedi. Gözümden ateş çıkınca, "Peki" dedi, "yakın zamanda yaşadığınız psikolojik bir travma yahut buna benzer bir şey var mı?". "Çocukken, tavşanım ölmüştü. Çok ağladım arkasından doktor. O zamana kadarki en büyük kaybımdı. Hayatımda hiç kimse beni onun kadar öpüp koklamadı. Bu sayılır mı? dedim. "Üzerinden epey zaman geçmiş gibi, etkilerinin şimdi baş göstermesi bana pek mümkün gelmiyor" dedi doktor, müthiş bir çözümleme yapmış gibi. "Gelmez tabii. Ben sokakta büyüyüm doktor, sokakta büyüyen diğer çocuklarla çarpışa çarpışa. Dayak yedim, kafamı yardılar. On beş yılımı, kahvaltıda sadece peynir ekmek yiyerek geçirdim. Sobalı bir evde büyüdüm ve oraya gömüldüm. Yani demek istiyorum ki benim öyle bir zengin hastalığına yakalanmam imkan dahilinde değil". "Yanlış düşünüyorsunuz" dedi doktor, "hastalığın zengini fakiri olmaz". "Bir gerizekalıdan bunu duymak beni hiç şaşırtmadı" dedim, "Hayır, öyle demek istemedim" diye ekledim, "Hayır, tam olarak böyle demek istedim diye" devam ettim. Doktorun önlük cebine taktığı kalemin metalinde yüzümün yansıması duruyordu. Birden, sabah yüzümü yıkarken, banyodaki aynanın yerinde olmadığını anımsadım. "Bugün" dedim, "kendimle yüzleşmedim".

23 Ekim 2014 Perşembe

dünya kadar fikrin olacağına, fındık kadar aklın olsun.

Bir sabah yine, bir gözleri ahuyla şen kahkahalar, “Saç kesimine bayıldım” naraları atamadım. İnce belinden kavrayıp sokaklarda dolaşamadım. Onu da geçtim kahvaltımı yaparken portakal suyu içip, bol ekli bir gazete okuyamadım. Yumurta yedim, çay içtim yine, yine sallama hem de. Üst üste konulmuş, sağı solu dağılmış kitaplarımın manzarasında, “bunları okuduğum için dağınık burası” havasında. “Önerebileceğin bir kitap var mı?” diyen olursa, okuduğum bütün kitapları sayıyorum, çok mu yabancı geldi bu tavsiye sana?

Aslında önemli biriyim. İş, eş, arkadaş çevremde veya toplumda fikirlerime saygı duyulur. İçinden çıkılamayan bir mesele olduğunu düşündüklerinde ilk olarak bana gelirler, onlara sunacağım bakış açısı sorunun çözümüne değil, çözüm yoluna yöneliktir. Pratik tariflerle inanılmaz tatlar elde etmek gibi, püf noktasıyla sonuca yalın yaklaşımlar yapmak gibi. Ben onlara gerçeği veririm. Onlara hayat tecrübemin bana kazandırmış olduğu öngörünün ışığında yol gösteririm. Bu çalışma ile elde edilebilecek bir şey değil inanın. Garip bir yetenek, pek az kişiye bahşedilmiş bir şey. Sadece fikirlerimin varmış olduğu noktayla da alakalı değil bu saygı duyulma hali. Eğitimim, sosyal yaşantım, başarılarım, bunların hepsi bu saygının oluşumunda etkili oldu. Bu sebeple kendimi “çok yönlü olmanın hakkını teslim eden kişi” olarak tarif edebilirim. 

Anlattıklarımın kuruntudan öteye gidemediğinin aksini ispatlamak da bana düşüyor tabii ki. Kendimden bahsetmeyi, daha da önemlisi kendimi övmeyi sevmiyorum ancak durumun ortaya konması açısından bu yola başvurmayı da kaçınılmaz olarak görüyorum. Fikirlerim demiştim, ortalama insan aklının önerebileceği her şeyin en uzağından geçerek bu noktaya varmış bulunuyor. Alışıldık yol göstermelerin, bilindik önerilerin hepsine burun kıvırarak varlığının başkalığını perçinliyor. Geçenlerde telefonum çaldı. "Konuşmamız lazım" dedi bir arkadaşım. En sevdiğim dizinin ilerleyen bölümlerinde ne olacağına dair kafa patlatmak gibi bir meşguliyetim olmasına rağmen, “Tabii ki” dedim, “Buyur gel, konuşalım”. Çünkü arkadaşlık bunu gerektirir. Arkadaşlık fedakârlıkla beraber bir bütünlük arz eder. Bunun farkında olmamanın beni aynılaştıracağını bildiğim için üzerime düşeni yaptım ve kapımı açtım. Yüzünden düşen bin parça, bin bir gecelik ilişkisinde sorunlar olduğunu bağırıyordu. Öğrendiğim ilişki tekniklerini uygulamanın tam zamanıydı. Oturduk, konuşmaya başlamadık. “Beraber susabilmek” modasının kucağındaydık, bu bir erdem olmalıydı. Susmanın bu kadar lafı edildiğine göre susma işinde bir müthişlik vardı. Bacaklarını karnına çekip, kollarıyla bacaklarını sarmış, çenesini dizlerinin tam ortasına getirmeye çabalamak gibi acayip bir hobi edinmişti o esnada. Yüzünde, sabah beşte yatıp yedide kalkmak zorunda kalmış gibi bir ifade vardı. Söze giren o oldu [İşte bunu seviyorum. Biraz sabır, kahraman olmak için yeterli. Hemen içimden lafı soktum "Ben daha çok beraber sustum"] ve "Bitti" dedi "Bitti". Bütün bitişler uzmanlık alanımdaydı. Sorun yine bildiğim yerden gelmişti. İstediğim çözümden başlayabilecek, kâğıdı doldurabilecektim. Ki ben en kısa çubuğu çekip bahtımın sürgüsüne çakmıştım. En beterlerini yaşamıştım. En çok ben üzülmüştüm, kimse beni anlamamıştı. İçime kusmuştum, bildiğim bütün dillerde susmuştum. Kendimi yollara vurup, arkadaşlarla kafelerde oturmuştum, “Şu kız fena değil” deyip “yerine sevemem”ler tutturmuştum. Hepsini, hepsini zirvede yaşamıştım. Oturduğum koltuktan kalıp arkadaşımın yanına gittim. Zehirlenen hislerine panzehiri bir an önce zerk etmeliydim. Yoksa anlamsız bir kırıklığın baş aktörü olabilir, rolü için kilo alabilir, saçlarını kestirebilir, kendisini odasına kapatabilir, “Bütün erkekler öküz”, “Sevdiğim kadar sevilmedim” diyebilir, “Sana o kaşarla mutluluklar dilerim” gibi temennilerde bulunabilirdi. Gelmişken burada biraz kalayım.

[Ne dillere destan bir görünüşüm, ne ağızları açıkta bırakacak bir yeteneğim vardı. Ne ulaşılması imkânsız okullarda okumuş, ne gıptayla bakılacak bir meslek edinmiştim. Ne büyük kazanımlarım, ne asla unutulmayacak fedakârlıklarım olmuştu. Günümün sekiz saatini uyuyarak, sekiz saatini “Mesai bitsin” diyerek, kalan sekiz saatini de nasıl müthiş bir insan görüntüsü verebilirim diye düşünerek geçiriyordum. Hayatımdaki üç-beş kişiden başka varlığımın farkında olan insan sayısı üçü-beşi geçmezdi. Varlığım insanlık tarihine hiçbir şey katmamıştı. En fazla torunlarım adımı anacaktı. Yani bir yüzyıl içerisinde hiç yaşamamış sayılmam için gerekli bütün şartlar yerini bulacaktı. Bunun farkındaydım. “Cesur değilsen bile öyle davran, kimse ikisi arasındaki farkı ayırt edemez” diyen adamın tezgâhından geçmiştim. Dolayısı ile “biliyormuş gibi görünmek balonu”m, bir iğne ucuyla karşılaşana kadar gayet şişkin varlığını sürdürecekti. Politik yaklaşım, sosyolojik değerlendirme, ekonomik irdeleme, sanatsal bakış, edebi derinlik, eleştirel bütünlük, nesnel kalmışlık, yazınsal hayat, çözümsel sebat, hepsi bendeydi yani. “Açık kalp ameliyatı nasıl yapılır” deseler, o konuda bile fikir yürütecek bir muhakeme kabiliyetinin zirvesindeydim. Hiçbir dayanak sunmadığım kesinlikler piyasaya sürmekten beni alıkoyacak bir sistem geliştirilemediği için, mesnetsiz konuşmaların aranan ismi olmuş, hep meşgul çalmıştım. "Sevdiceğim ağzıma sıçtı" diyerek kitlelerin duygularına yaptığım yeminli tercümanlığa engel olacak set henüz kurulamamıştı. Aldığım alkışı sonuna kadar hak ediyordum. Ama kimse de umurumda değildi. Ben beğenilmek adına hiçbir eylemde bulunmadım, beğenildiysem de oralı olmadım. Hayatı bildiğim gibi, algıladığım şekilde yaşamanın haklı gururunu yaşıyor, hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşıyorum. Duruşumdaki kayıtsızlık, bakışımdaki umursamazlık, beni imrenilecek kişi yapıyor. Gibiyim gibi gibiyim. Kafam atarsa çeker giderim. Bu kadar dikbaşlı, asi soslu, jülyen dilimliyim.]

Elimi arkadaşımın omzuna atıp "Üzülme" dedim, "Senden iyisini mi bulacak?", "Kaybeden kendisi olur". Verdiğim bu akıl, zihninde şimşekler çakmasıyla sonuca ulaştı. Yeniden doğmuş, aydınlanma çağını yaşıyordu. "Tabii ya" dedi, "Ben ne düşüneceğim, o düşünsün" diyerek sevinç gözyaşlarına boğuldu. Mutluydum. Çünkü kimsenin dinlemediği müzikler dinleyip, kimsenin bilmediğini filmleri izlememin, kravatı nizami takmamak gibi aykırı bir hayat yaşamamın, dilimin kemiksiz oluşunun, zapt edilemez düşünüşümün, keskin zekâmın, engin dehamın meyvelerini dağıtma görevim yine başarıya ulaşmıştı. Kendi kendime tekrarladım.

"Yoksulluğum budur benim, durup dinlemeden bağışlıyor elim"

2 Eylül 2014 Salı

Hiperaktivist

Yirmi sekiz yıl yedi ay dört günlük iken girdiğim evdeki mütevazı laboratuvarımdan, yirmi sekiz yıl yedi ay beş günlük iken çıktım. Dünyadan böyle bir soyutlanmayı en son "bir insan neden sakız çiğner" sorusuna bir cevap bulabilmek adına gerçekleştirmiştim. İnzivam, hedeflediği amaca ulaşamamıştı ama sarf ettiğim emeğin dünya tarihine yapacağı küçük katkının sevinci her şeye değerdi. Bu seferki kopuşum biraz daha uzun sürdü. Yemedim, içmedim, telefonlara çıkmadım ve nihayet neticeye ulaştım.

Her şey bir nisan günü başladı. Oda sıcaklığında muhafaza edilmiş medeniyet, tatil özlemi, etiketinin yarısı fiyatına pazartesi sendromu, dijital makinemden çıkmış sümüklü çocuk fotoğrafı, kartvizit ve abaküsle donattığım çalışma masamda teknolojinin organik nimetlerinden faydalanarak akşamı ettiğim bir gün, işten çıkıp yürümeye koyulmuşken burnumda yeni söndürdüğüm yangının özlemi tütüyordu. Dünya düşünsel tarihinin seyrini “olur öyle arada” diye değiştirme, acil bir durumda imdat frenini çekme planları yapıyordum. Dudağımdaki ıslıkla susturmuştum şehrin bütün gürültüsünü. Utanmasam, insan içinde keyiften gülecektim. Karşıdan karşıya geçmek için durakladığım sırada önce tanıdık bir ses duydum, daha sonra hızla gelen arabanın çarptığı kadın ayaklarımın ucuna düştü. Yayalar için yeşil ışık yanmıştı, kadının üzerine basmamak için azami dikkat göstererek karşıya geçtim. Arkama bakmadan ilerledim. Eve gelip üzerimi değiştirdim, yemeğimi yiyip çayımı demledim. Ayaklarımı uzatıp televizyonun karşısına kuruldum. Akşam saatlerinde meydana gelen bir kaza sonucu yaralanan kadının uzun süre yardım beklediğine dair haberleri gözlerim dola dola izledim. Yerde bir cüzdan görse eğilip alacak bir dünya insanın, yerde yatan kadına, onu hiç doğmamış ve de yaşamamış gibi yok sayarak, elini bile uzatmayışına ettiğim şahitlik beni insanlıktan soğuttu. İşte o an fark ettim bende farklı bir şeyler olduğunu. Gördüğüm manzara sebebiyle değil, bir ceza gibi kaderime yazılmış yüksek duyarlılığımdan ağlıyordum.

Daha sonra epey çalışarak önceleri ceza olarak gördüğüm bu özelliği insanlık onuru adına mihenk taşı sayarak fazlasıyla geliştirdim. Artık çok geniş yelpazede seyir gösteren bir hassasiyete ulaşmıştım. Nesli tükenmekte olan kuşlardan, çok sert çeken kışlara, hükümetlerin ekonomi politikalarından elektriğin dahi uğramadığı köylere, sosyolojik tahribatın insan üzerinde yaptığı etkilerden verilmeyen gollere, çürüklerin arka tarafa yığıldığı pazar tezgahlarından sefer saatlerine riayet etmeyen halk otobüslerine, yürüyen merdivenin sol tarafını işgal eden duyarsızlardan minibüste otobüste bağıra çağıra telefonla konuşan arsızlara, sebepsiz terk eden sevgililerden yok yere kavga çıkaran evlilere, hiçbir yeteneği olmadığı halde gündemden düşmeyen uyanıklardan bize de bir gün faydası dokunur diye irtibatı kesmeyen dalkavuklara, bir türlü haber alınamayan evlatlardan eve sarhoş gelen kocalara, kadına uygulanan şiddetten sel basmış yuvalara, işçi ölümlerinden patron düğünlerine, giderek artan suç oranlarından giderek azalan tahammül sınırlarına, yetim çocuklardan tutmayan kuponlara, bedava dağıtılan sütlerden fiyatı gün aşırı artan ürünlere, adalet sisteminin adaletsizliğinden kilo verdirmeyen diyetlere, okuyup uçuran nefeslerden nefes kesen heveslere, heslere, hislere kadar pek çok konuda duyarlılığımı artırdım. İşi daha da büyütünce, artık bu müthiş hassasiyeti göstermek için günün belirli saatlerini sadece bununla iştigale ayırdım. Akşama kadar zihnimde biriktirdiğim olaylara ilişkin üzüntümü, günün o saatinde, başka hiçbir şeyle meşgul olmayarak yaşıyordum. Kendime masa başı ek bir iş bulmuştum bile denebilir. Oturup günde beş dakika üzülerek başladığım maceram, artık günde kırk beş dakikaya kadar yükselmiş durumda idi. Gün içinde ufak kaçamaklar yaparak yine bazı ufak tefek şeylere üzülmüyor değildim ama kahrolmanın alasını eve bırakıyordum.

"Bunun adını koyalım artık" çağında yaşıyorduk ve yaşadığım yüzyıla ihanet edemezdim. Düştüğüm bu boşluktan kendimi ancak tanımlayarak kurtulabilirdim. Kendimi, evin en küçük odasına kapadım. Deney malzemelerimi önüme koyup düşünmeye başladım. Halk kahramanlarının, roman karakterlerinin, tarihe adını yazdırmış liderlerin, şiirlerin, şarkıların, felsefenin, sosyolojinin, psikolojinin, kitapların, büyük insanların eşliğinde yaptığım yolculuğum kendime bir sıfat bulmamla sonuçlandı. Vaktimi şaşmaz bir kararlılıkla ayırdığım bu soylu eylemin, kar kış demeden, üşenmeden, yılmadan sürdürdüğüm hassasiyetimin adı bu olmalıydı evet. Başka türlüsü bende olanı  karşılamaya yetmezdi. Sonunda hakkımı kendime teslim ettim. Tarifi imkansız bir gururla çıktım inzivadan, tarifime kavuşmuş olarak. Artık bir sıfatım vardı.

Şimdilerde ise "Düğünlere oyun ekibi temin edilir" fikrinden hareketle, "Olaylara duyarlılık gösterilir" fikrimi hayata geçirdim. İster toplumsal, ister bireysel olsun herhangi bir sorunla karşılaştığınızda bana ulaşarak, çok düşük bir meblağ karşılığında, oturup sizin için de üzülmemi sağlayabilirsiniz. Bakın şimdiden gözlerim doldu.

10 Haziran 2014 Salı

arka kapak


bir kitabın arka kapağındaki bu konuşma hayatıma tesiri büyük iki adam arasında, lisedeki kıymetli edebiyat hocamla, sevgili kaya abi arasında geçiyor. hoca, yazdığı hikayeler hakkında kaya abi'den -ki kendisi tanıdığım tek gerçek kitap kurdudur- eleştiri istiyor. ne zaman bir şey yazacak olsam aklıma bu konuşma gelir. kaya abi'nin "mecbur musun?" sorusuna bazen evet diyerek, bazen bu soruyu geçiştirerek yazmaya başlarım.



30 Mayıs 2014 Cuma

yıllar evvel, parasızlığımızın bilmem kaçınca yılında, bir kış vakti babam, herhalde ekmek alırken fırında düşürdüm diyerek evden çıkıp, yüzünden düşen bin parça ile eve döndüğü gün -hem de nasıl anlatayım, bana şu an yere düşürülse dönüp yüzüne bakılmaya değmeyecekmiş gibi gelen ama o zaman ona göre çok olan parasını bulamayıp da eve döndüğü gün- bu dünyanın gariban çocuklarına değil, gariban babalarına acıdım. o yüzden dilerim ki şu dünyadaki rızkım ne ise bana değil, dünyanın gariban babalarına verilir ki yüzlerinden düşen bin parça çocuklarının ciğerine saplanmasın.