30 Eylül 2012 Pazar


bilmek dediğin bilmen gerekenden fazlasını ihtiva ettiği zaman
neye katlanacaksa gönül görmemişliğiyle,
bir kâğıdın yedi defa katlanabilirliği umrumda değil,
birazdan koyacağım nokta yargıyı sonlandırmayacak ve.
kâğıt gibi değil geri dönüşümü gönlün,
kahrolsun kâğıtlar, kullanılmış şişeler ve bugün.

bilmek dediğin bilmen gerekenden fazlasını ihtiva ettiği zaman
yani diyorum içimde makas unuttular.
içimin sancısı diyordum, kıvrılıyordum,
kıvranmaktan az öteye yol olup
bir makası doğa kaç yılda yok edebilir hiç düşünmedim
ki kalmışsa bende hala biraz topraklık.

plastik bir gürültü kopunca
plastik uykusuna tekrardan dalıyor insanlık.

doğruluyor mesai
yaşamak mahmurluğu, gözlerimizdeki çapak
biraz benzin ve umulur ki boş bir otopark
bileklerinizdeki plastik kelepçeyle karışık
aynı sokağa fırlatıyor bizi.

şehrin tecessümüdür, dile gelir
sahte bir nezaketle buyur eder bize
hatrımızı sorar, ellerinden öptürür çocuklarımızı
ama önce biraz beklememiz gerekir
şöyle oturalım haber verilsin
dünya bizi birazdan makamında kabul edecektir.

biraz kırışık kremi almaz mısınız
en azından borsaya bir göz atın
hatta faturaların halledilmesi gerekir
şehrin keşmekeşinin yada
hediye olarak parfüm tercih edilebilir
ve çok derin bir anlamı vardır tektaş yüzüğün
haftasonu kaçamaklarında mesela
ölen çocuklar için üzülün

benim için de üzülün
ben ne yapsam bu fazlalıklardan
ne yapsam bu şehir, ne yapsam bu salgın
bu boş boğazlık, bu ağırlaştıran beni
hem kim istemez bir gün tabutuna sığabilmeyi?

16 Eylül 2012 Pazar

iki can. bir cin ve peri kızı.



"you're just a ghost and i'm real
you're just a stone and i'm the wind"

eksiksiz bir vasatlığa kimse hayır demez. pek çoğunun umduğu da budur. insan tamamlamak üzere vücut bulmuştur. ister ülkü diye sarıldığı, ister kurtulmak için elini bıraktığı bir şey olsun, ne varsa eksikliği gidermek içindir. açlığını, susuzluğunu, can sıkıntısı, açığını, şefkat ihtiyacını, büyüklenme hayalini, keyfini ve kederini ve dahi ömrünü tamamlamak için dur durak bilmeden yaşar. yolu tamamlamak için yürür ve yürüdüğünü unutmak için ölür. attila ilhan şiirinde "başınızdan duman eksilmesin gavurdağları, siz hikayet eylediniz bana bahçe kazasının kaman köyünden cebbar oğlu mehemmed'in hikayesini" diye söyler. benim de bazen barakmuslu mezarlığı'nda yatasım gelir ama konumuz bu değil. diğer tarafta kazancakis, zorba'dan bahsederken onun her günü hayretle yaşamasından söz eder. onu şaşkınlık içinde görüp "nedir bu kadar ilginç olan zorba" diye sorduğunda, "ne olacak patron, dünyada katırların olması" diye cevap verdiğini iletir. okuduğumda ne güzel demiştim, o lezzeti ilk defa tadıyormuş gibi hissetmek. sonra kanıksadığımız, olağan saydığımız, en fazla göz ucuyla baktığımız, oralı olmadığımız, duyarsızlaştığımız fikri ile kendimize acımıştım. ve daha sonra yorgunluğum arttığında, hiç değilse biraz şaşırmamak için can attığımı farkettim. buna hayır demeye gücüm yetmiyormuş öğrendim. ne bileyim işte, her sabah doğan güneşe hiç şaşırmayız ama sanki binlerce yıldır bu olmuyormuş gibi birinin öldüğünü duyduğumuzda hayretle dudaklarımızı ısırırız. insanlığa sığar mı bilmem ama insana sığıyor. midemiz genişledi ve vicdan kendini koyacak yer bulamıyor.      


çok canım sıkılıyordu. griye çalan bir renkle dışarıya kapanıyor, içeriye açılıyordu kapı. ortalama boyutlarda bir insanın, başından biraz yukarıya elini sol yandan kaldırmasıyla ulaşabileceği yükseklikte, beyaz ton üzerine siyah, kare biçiminde iki zil düğmesi vardı. biri üst kat için, diğeri alt kat için. üst katın zili, evin mimarisiyle örtüşen bir biçimde, alt katın zilinin üstündeydi. dalıp gitmelerin arasında, kişiyi belki hafif sıçratacak, normal bir anda sadece uyaracak bir tondaydı zilin sesi ama zili kimse kullanmazdı. dizin kırılarak, ayağın, diğer diz mesafesinin biraz daha altında bir yere çıkartılmasıyla ilk adım, evin eşiğine atılmış olurdu. girişte kare biçiminde sekizyüzaltmışdört mozaik taşının betona sıkıştırılmasıyla oluşan alan, evin başlangıçtan sonra gelen ilk yeri olmakla beraber, aynı zamanda üst ve alt katların ayrım noktası konumundaydı. bu alanın evin katlarına dönük kısmının üst kata doğru yol alan bölgesinde, sekiz santimetre yüksekliğinde, üst katın merdiven başlangıcını oluşturan bir basamak vardı ve bunu saymazsak eğer, tam bir basamak olmayışı durumundan, altı basamak sonra üst katının koridor kapısına ulaşabilmek mümkündü. sağ tarafta; üst tarafı, elin kavraması için olsa gerek, kutu biçiminde, alt tarafta parmak kalınlığından biraz ince demirlerle dikey olarak üst tarafa tutturulmuş ve düz demir biçiminde bu yuvarlak demirlere yatay uzanmış demirler, kare biçiminde görüntüler eşliğinde evin merdiven demirini teşkil ediyordu, özentisiz mavi boyası dikkat çekmiyordu. sol tarafta ise merdiven eğimiyle paralel bir şeklinde ortadan ikiye ayrılmış duvar, iki ayrı renkle boyanmıştı. bu alanın sağ duvara bitişiğinde yükselen, bel yüksekliğindeki çıkıntıya eski gazeteler serilmişti ve bir ayakkabılık görevi görüyordu. aşağı kata uzanan basamaklar on taneydi ve pürüzlü yüzeyleri vardı. bu sefer merdiven demiri sol tarafa, duvar sağ tarafa düşüyordu, kata doğru giderken. bu merdivenin bitiş noktasında, yukarı katın merdiven basamaklarının başlangıcının aksine daha geniş basamaklar yer alıyordu ve tam bu basamakların sona erdiği hizanın başa yakın kısmında burayı aydınlatacak olan lambanın düğmesi duruyordu. burada, yukarı katla benzerlik gösteren bir koridor kapısı vardı. her ikisi de bir eşikle başlıyordu ama yukarı kattaki koridor kapısı gri iken, aşağıdaki kapı solgun sarıydı. 

edebiyat olsun diye yolu uzattım. içeride ilk sola saptım. odama girip biraz hava aldım. ben cinnetin eşiğini tıngır mıngır sallar iken, kapım çalmadı ve ben açmadım. öyle zaman oluyor ki alıp bohçamı aşırıya kaçasım geliyor. köşeyi dönsem ve bir kütüphaneyle çarpışıp yere düşsem. sonra yüksek bir yere çıksam ve kendimi baş aşağı çevirip elbiselerimi çırpsam. hayır benim istediğim, gerçek bir zeminde konuyu enine boyuna rahat yataklara yatırmak. yüzyıllar boyu uçmayı hayal eden insan, ayakları yere basmayan her şeye nasıl oluyorsa burun kıvırıyor. tamam, söz sırası sizde. bütün vaktini dünyaya kazık çakmakla geçiren insanlar olarak "gitmek" deyiverin hadi ve ben öylece kalakalayım. iki şey geçiyor aklımdan çoğu zaman. birincisi; kendini sağlam kazığa bağlasan ne fayda, kazığı çaktığın zemin kaygan olduktan sonra deyip geçici bu dünyaya vurgu yapmak, ikincisi; bir akıl hastanesine girip "tedavi mi, deli soykırımıdır ulan bu yaptığınız" diye bağırmak. durmadan gövdeme bir soru işaretinin çengeli takılıyor. hepimiz ölüyorken, nasıl "ayrı dünyaların insanıyız" diye bir laf ediliyor mesela, benim dünyam almıyor. kırık bir kalpte aşk barınamıyor diye geçiriyorum içimden, çünkü o çatlaktan sızıyor. anlıyorum. babasından böyle bir çirkinliği görmüş bir çocuk, hangi erkeğe güvenebilir söylesene dediğinde onu da anlamıştım. "sığınacak yer yoksa, sana sinem yaraşır" diyemedim ama anladım. işte bu noktada ispat edebilirim merhametin neden akıldan büyük olduğunu. çünkü akıl kavrar, merhamet anlar. akıl payına düşeni alır, oysa merhamet hak verir. şu var ki yazmaya, önemsendiği yanılgısıyla başladım, önemsenmediğini kendime anlatmak için devam ettim. onbir yaşında "yok oldum bütün bütün" diye giriş yaptığım şiir maceramı "ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmibir" diye bitirdim. madem vakit geldi toparlanayım. bu dünyadan göçerken "bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz" denilerek uğurlanmak istediğimi söylemiştim. arkamdan kim ne söyler bilmiyorum ama vardığımda "yolculuk nasıldı" diye sorulacağından eminim.  


aldığım nefesi tuttum ve dışarı adım attım. evden çıktığımda henüz çok erkendi. gidip boğazın iki yakasına birden yapışacaktım. sesi çıkmazdı, biliyorum. her gün yüzlerce vapur, tekne, koca koca gemi yarardı denizin karnını, köpürür köpürür ama kendi kıyısına vurmaktan başka bir şey yapmazdı. niceleri sigarasını atardı da, yanmasın su denizin ciğeri diye düşünerek, paçalarını ıslatmak pahasına, kimse izmaritin üzerine basmazdı. ki bir deniz, üzerinde sigara söndürülüyor diye haber de yapılmazdı. ve denizin sesi çıkmazdı. ben ki kaç kere içimi döktüm ona, burama kadar geldi deyip bir kere olsun taşmadı. zaten insan sesi çıkmayan ne ise gidip onu paralıyor. herkes yarasına sebep olanı, bilemedin hatırasını saklar. ama siz birinin yarasına sessiz sedasız sargı olursanız, iyileştiğinde ilk işi sizden kurtulmak olacaktır. çünkü siz artık kanlı irinli bir şeysinizdir ve iyileşen, size bulaşan kire kendisinin sebep olduğunu aklının ucundan bile geçirmeyecektir. tarih, hiçbir sargının sarılıp saklandığını göremeyecektir. aklımın çarmıhına bu fikri çivileyip ilerledim. sahil boyunca yürürken kararımı verdim. 

karşıdan, pantolonlarını değil de göbeklerini düşmekten kurtarması için kemer taktığı anlaşılan, siyah ceketli üç kişi geliyordu. hayata karşı en sivri duruşları belli ki ayakkabılarıydı ya da şöyle söyleyeyim, derin bir irdelemeye girip hayat hikayelerini uyduramayacak kadar üşengeçtim.  bu adamları buraya getirme sebebim belki ceketlilere içten içe beslediğim kindi. belki de şu sıcakta ceket giymeyi göze almayan kimselerin, kavga etmeyi de göze alamayacaklarını düşünmemdi. aramızdaki mesafe yavaş yavaş kapanırken, yönümü tam kafa kafaya geleceğimiz şekilde ayarlayıp yürümeye devam ettim. hararetli bir konuşma yapıyorlardı. tam önlerine gelip durana kadar varlığımı fark etmediler. ne yol vermek gibi bir niyetim, ne de yol vermelerini istemek gibi bir hayalim vardı.  karşılarına dikildiğimde, kalabalık olmanın verdiği özgüven ve jetonumun geç düşüyor olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran babacan tavırlarıyla durup biraz beklediler. hiçbir şey söylemeden, bana göre en sağdakinin suratına okkalı bir tokatla parmak izlerimi nakşettim. kafası şiddetle sağa doğru bir hareket yaptı ve arkadaşının omzuna çarptı. tokadı yiyen, bir anlığına da olsa yanındaki arkadaşının omzuna kafasını koymuş oldu böylece. dostlar böyle günler için vardır. 

önce bu sarsıcı haberle dillerini yuttular. onlara küçük bir sürpriz hazırlamıştım ve inanıyordum ki bu ilişkimizi canlı tutacaktı. birkaç saniye sonra şaşkınlıklarını üstlerinden attılar ve deli miyim yoksa canıma mı susadım bunun muhakemesini yapmaya başladılar. üzerimde özentisiz kıyafetim, bir numara büyük ayakkabılarım ve birkaç günde kirlettiğim sakallarım vardı. taşıdığım tek nizami görüntü kısacık kestirdiğim saçlarımdı. tabi muhakeme esnasında beni elden kaçırmamak için biri çoktan yakama yapışmıştı. bildiğin, tutuklu yargılanıyordum. insan işte. kimi zaman ne dinler, ne de anlar, kimi zaman da birini dövmek için önce deli mi değil mi diye anlamaya çabalar. "senin aklın başında mı lan" diye sordu içlerinden biri. "evet" dedim, "aklımı seviyorum, başımda olması hoşuma gidiyor". "resmen kaşınıyor lan bu" dedi başka biri. "resmiyete gerek yok, şurada biz bizeyiz" dedim. hüküm verildi, karar kesindi. sırayla ceketlerini çıkarmaya başladılar. özenle katlayıp kenara koyuyorlardı. aceleleri yoktu, varsa da artık önemsizdi. bunun tadını da çıkarmak istedikleri belliydi. yakamı bir diğerine devrettikten sonra, yakama yapışmış olan da ceket çıkarma ritüelini yerine getirdi. sakindim. böylesi soylu bir eylemin neticesi ancak böylesi soylu bir tavırla karşılanabilirdi. ikişer yumruklu üç adamın darbeleri havai fişekler gibi vücudumda patlamaya başladı. görsel bir şölen eşliğinde dayak yiyordum. çökmüş avurtlarım dolgunlaşıyordu. yediğim bu dayak işe yaramış olacak ki yüzüme kan geldi. 

yakamı bırakmıyordu bir tanesi. bir eliyle tutup kıvırdığı gömlek yakamı hiçbir ütünün açamayacağı şekilde buruşturuyor, diğeriyle yumrukları sıralıyordu. "bir elin işte, diğeri oynaşta hınzır" diye söylendim içimden. zor zamanlarda dahi moralimi bozmamanın olgunluğuyla keyiflendim. beklerken, işgaller biter kurtulur aşkın vatanı, bu sahte yürüyüş, bu paravan hayat, bir araya gelir ölümün iki yakası mısraları kırmızı bir fonla beraber döküldü ağzımdan. sonra, şu sıcakta onlara verdiğim zahmet için, ayıp oluyor mu acaba diye düşündüm. hakem araya girmedi, gong çalmadı, ringe kimse havlu atmadı.     

kimse insanlığa ait bir sorumluluğu üzerine almaz, kabahati kendinde bulmaz. kötülüğün sebebi ya bizim gibi düşünmeyenlerdir ya da bizim gibi olmayanlar. hiç kimse bir fenalığı karşısındakinin insan olmasına yormaz ve bu sebeple hiçbir fenalıktan kendini sorumlu tutmaz. insan, kötü dediğini ötekileştirerek kendi vicdan muhasebesinin kazananı olur. kendini böyle rahatlatır. bütün sistemler "ceza sorumluluğu şahsidir" ilkesiyle, bir suçun cezasının ancak failine yüklenebileceği düşüncesini güderek adaleti tesis edeceğini düşünür. hırsızlığı birilerinin arsızlığına yormayı akıl eden insan, sıra birini arsız yapan koşulların oluşmasını ve kendisinin buna doğrudan ya da dolaylı olarak yaptığı katkıları düşünmeye geldiğinde melekelerini kovalar, arkalarından kapıyı kapar. birinin işlediği suçun cezasını başkasına çektirmeyeceği iddiasında bulunan devlete, hapsettiği bir adamın geride kalan eşinin, çocuklarının perişanlığı da bir ceza değil midir diye sorarsanız tıkanır kalır. sadece suçu değil; bencilliği, ikiyüzlülüğü, yalanı, vefasızlığı ve dahi nice ayıbı konuşmak, işte böyle başkaları üzerinde gördüğümüzde çok tatlıdır. insan nasıl, insanlığa en ufak bir aidiyet duyup sorumluluk almadan, insan olduğu kanaatine varır? işte bu sebeple, kendimize gelmemiz umuduyla, her şeyi göze alarak, ben o tokadı, tüm insanlık için insanlığa atmıştım. halk beni anlamadı.




gözlerimi açtığımda, kendimi sırt üstü güneşleniyorken buldum. üstüm başım iyice dağılmış, gömleğimden bir kaç düğme kopmuş, ayakkabımın biri çıkmış, üzerimdeki kan kurumuştu. dayak yemiş gibiydim, epey yorgun bir şekilde uyandım. anladığım kadarıyla arkalarına bakmadan gitmişlerdi ya da ben baygınlığımdan arkalarına bakıp bakmadıklarını bilememiştim. kemiklerim sızlıyordu. çarpıp kaçtığınız bir insanlık var, plakanızı aldım orospu çocukları diye bağırdım, plakanızı aldım orospu çocukları. beni, benden başka kimse duymadı. bu kadar bronzluk yeter diyerek yavaşça doğruldum. doğrulmak dediysem, baston yutmuş gibi değil, baston tutan bir ihtiyar gibi iki büklümdüm. pişman değildim ama içimi hala bir boşluk hissi kemiriyordu. biraz sonra köpek dişimin yerinde olmadığını fark ettim. tek eksiğim oymuş, çıktığım merdivenin son basamağıymış, o da tamam olsa her şeyim tamam olacakmış, yolculuğum bitecek, emelim nihayete erecekmiş gibi telaşla düşen dişimi aramaya koyuldum. sanki yer yarılmış da içine girmişti. altına bakmadığım çer çöp kalmadı, sonra nasılsa yerine tekrar takamayacağımı düşünerek aramaktan vazgeçtim. sırtımı denize yaslayıp oturdum. 
   


baktım bambaşka bir iklim, denizi kıskandıra kıskandıra, benim canımı duvarlara çarpa çarpa, bu tarafa doğru yürüyor. onu görür görmez, bütün geçmişimi yaşanmamış farz ederek, her şeye baştan başladım. kalbimden bir kaza çıkmak üzereydi. varlığının, makasa yaptığı bu müdahaleyle ömür trenimin rotası değişmişti. uzun boyu, ipek saçı, ince beli, yüzündeki beni sanki bir yorgunluk kahvesi. bu nasıl bir güzellik. dünyaya yaşamaya değil de bizi kendimizden utandırmaya gelmiş besbelli. bir yol yürüyor dönüşü yokmuşçasına. bense kaç gemi yaktın, kaç toprağı fethedip de kanattın diye sormaktan korkuyorum. ben nerede değilsem, bakışları o tarafta. şimdi daha beter dayak yiyorum. hayır, ayan beyan linç ediliyorum. devleşip gözüne ilişeyim diye dua ederken küçülüp zerre oluyorum. bir martının gagasında susam tanesi olup tamamen menzilinden çıkıyorum. 

çaresizdim. müsaade ederseniz bunun adına mucize diyeyim. tam önümden geçerken ayağı takıldı zemine. yerden kesildi iki ayağı birden. dünyanın bütün tümseklerini ve dahi heybetinden yanına varılmaz tepelerini dümdüz etmek geçti içimden o an. o daha düşmeden ben dizlerinde kanamaya başladım. yüzündeki ifade değişti, saçları savruldu. geliyor işte, aman allah'ım, cennet yeryüzüne iniyor.   


o yere düştü, ben yerimden fırladım. koşarak olması gerekiyordu ama aksayarak gidebildim yanına. hiçbir yerim tutmuyordu ama ben onun ellerinden tuttum. kalkmasına yardım ettim desem büyük bir gurur olurdu benim için, kalkmasına hizmet ettim. hala varlığım onun için herhangi bir anlam ifade etmiyordu. gözleri düştüğü yere bakıyordu. bir kere de bana baksa diye yer ile yeksan olmak istedim. kafasını yerden kaldırdı, gözlerimin içine baktı. ne üstüme başıma, ne yüzümdeki kana şaşırdı. belli ki varlığının bir insanı bu hale soktuğuna, darmadağın ettiğine daha önce binlerce kez şahitlik etmişti. teşekkür ederim dedi. o an amansız bir hastalığa yakalandım. acil şifalar, bana meyve suları. elleri hala ellerimde, ben ateşler içindeydim. yanındayım canım, iyileşeceksin desin diye bekledim, sesi çıkmadı.


sana aşığım dedim. seni sevdim, hep seveceğim. 


dünyadan artık vazgeçmiştim. ışık hızıyla ayırdı ellerini ellerimden. "şakanın sırası mı" diye sitem etti. ortamı yumuşatmak adına olduğunu söyleyerek bu hendeği atlayabilirdim ama yapmadım. ben kimseyi ikna edemem bilirim. ama az zamanda çok işler başararak, tüm bu olanların bir rastlantı olmadığını, bizim kaderimizin birlikte yazıldığını, tüm yaşadıklarımızın şu ana erişmek için sadece bir sebep olduğunu, artık ayrılamayacağımızı bütün ciddiyetimle anlattım. bir elmanın kabuğunu, kabuğu hiç koparmadan soyabiliyorum da diyebilirdim ama demedim. yüzüme baktı. gülümsedim. "rica ederim, saçmalamayın" dedi. o anki tebessümümü fırsat bilen bu yumruk, bu gürz, bu ağır topuz bütün dişlerimi dağıttı. ruhumu zımparalayarak kanatmış, kabından taşırmıştı. ben; lambasından çıkmış, dişleri dökük, beli bükük ihtiyar bir cindim ve "dile benden, ne dilersen" dedim. 

"sana mutluluklar dilerim" dedi ve sevgilim göğe yükseldi.
ben cennetten bir kez daha kovulmuş oldum.
artık dünyada sürgündeydim.
baktım, deniz yanıbaşımda. bütün yaralarımı deniz suyuna bastım. 
bundan sonrasını, ona kavuşmak için yaşayacaktım.