büyük ihtimal benim sevilecek bir tarafım vardı. kimse rast gelmemişse, benim işim rast gitmemiş sayılabilir. size göre de dünya baş döndürücü değil mi? burnun kokuya alışması ve koku almak gibi bir gerçekliğin kendini tekrardan baştan yaratması için bir kesintiye ihtiyaç duyması hafızanın öğrenilememiş çaresizliği değil mi mesela? niye öyle bakıyorsunuz, alıcı bir göz göremediğim gibi sezemiyorum da. yapmayın, bende alçaklık korkusu var. iki muhafızın beklediği iki kapıdan sadece biri işe yarayacak olan kapı ise ve muhafızlardan biri sadece doğru, biri sadece yalan söylüyorsa onlara soracağımız tek bir soru ile doğru kapıyı nasıl bulabiliriz diye bir soru var, saatlerce düşündüm ve istediğim kapıdan yanlışımı seçmeye karar verdim. o zaman şuna cevap verin, on yıl öncesinden kim var hayatınızda ve kimler size kalacak on yıl sonra? sıkmıyorum umarım, farkındayım ki boğucu bir havam var. bırakalım bunları da insanın tarife tutunması diye bir şey var, geçen gün aklıma geldi. tanımlamış olma rahatlığı kullanımı kolaylaştırıyor. her şeyi kalıba oturtunca, hiçbir şey ayakta kalıp yorulmuyor -mezarlık için de ayakta yolcu almıyor derler. insan yalnızca yüz kelime ile düşündüğünü hesaba katamadığından, beynin ölümü böyle böyle gerçekleşiyor işte. o yüz kelimeyi öğrenen, bilgisine o denli saplanıyor ki gözü ulaştığından ötesini görmüyor. bilgisine bakıp kendisini cahilden saymıyor. çerçevesini çizdiği manzaranın dışına çıkmadığı gibi kimseyi de dışarıya bırakmıyor. çitlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok demek isterdim ama adını öğrendiğiniz kitabın, kendinizi özdeşleştirdiğiniz karakterin, ekmeğini yediğiniz yazarın da tahtı muhtemelen sallanacak. horozluğunuz ilgi uyandırıyor belli ki, o küstah tavırların da getirisi vardır illa ki. birini konuşurken örneğin, sırf cümlesini sonuna kadar dinlemiş olmanızı bile kendi yüce gönüllüğünüze veriyorsunuz ne yazık ki. ama söylemeden geçemeyeceğim o öttüğünüz yer çöplük. asmayın suratınızı rica ederim, latife yaptım. hatta bir de kısa fıkra anlatayım: her şeyin en güzeline layıksın, ama bana değilsin.
canım, biriciğim niye böyle şeylere heves etmekle geçiyor hayatınız? imrenmek insanı felakete sürüklüyor. o zaman düşünüşüm bunun üzerine temellensin. temel dediğime bakma, yarın fikrimi değiştirebilecek olmam ve hiç kimsenin beni bununla yargılamayacak olması ne acayip. değiştim ben. kafka da değişsin. belki bir şatoda oturup fikir teatisinde bulunuruz. teati de ne zor bir kelimeymiş. hissi kablel vuku derken bu kadar yorulmuyorum ya da müteallik hükümlere tevfikan. sence de bu evraklar pek bir gereksiz değil mi? yani yazıya dökülmüş bir şey kazığa bağlanmış bir eşekten farksız diyebilir miyiz? uçsuz bucaksız bir çayır idealini tırpanlamıyor musun sen şu an? her şeyi göz önünde bulunduran biri yürüyebilir mi? sözümü bitirmedim henüz, indir o tırpanı. seninle oturup şöyle adam akıllı iki kelam edemeyecek miyiz? buradan iki kelamdan fazlasının gevezelik olacağı sonucunu çıkartasım geliyor ama çıkarttığım bütün sonuçlar üzerime yük oluyor. mesela geçen gün bir şey olmayınca ben, yumak fiilinin başka bir dile nasıl çevrilebileceğini düşündüm. olur da karşısına yıkamak anlamında bir kelime koyarlar diye kalbim sıkıştı, bunu böyle harcayamazsınız diye bağıracaktım sıkıştığım yerden. aslında benim buraya geliş amacım yedek parça hevesciliğinin yaygınlaşması ve neticeleri üzerine bir söyleşiye katılmaktı. geç kalmadığımı umuyorum. sen de um gözlerini bak sana ne anlatacağım. inan bana. bir yerde insan, karşısındaki yalan limitini doldurduğunda, kendini kandırdığı yalanlardan beslenmeyi öğrenmeli. çünkü kendini kandırmak gerçeğin felaket açlığını yatıştırıyor. bir kere de can kulağıyla dinlesen ne var? diyecektim ki insan seyahat etmeyi değil, bir yere varmayı seviyor. yedek lastik bunun kanıtı değilse, elimde patlasın. bu noktada kendi hazzının garanticisi olan insan da varacağı hedef için her lastiğe göz kırpmakta bir beis görmüyor. lastik kendini yolcuya yoldaş zannediyor. bütün yükü taşıdığın, yüzünü yere sürüdüğün yetmezmiş gibi halin hatrın da tekmeleyerek soruluyor biliyorum. biliyorum ama bildiğim yerden soru gelmiyor.
ben bir şeye sinirlendim, gerisi çorap söküğü gibi sökün etti. neydi ise o başlangıç, ben o ana dönmek istiyorum, merak ediyorum, neydi başlatan bunu. ben bu karanlıkta sorunun köküne inerim sanıyorsan fena halde yanılıyorsun. peki yanılmak nasıl bir şey biliyor musun? doğru ve yalan etkisini salt doğruluk ve yalanlığıyla sürdüremez. bilinir ki "ben her zaman yalan söylerim" cümlesi doğruluğa dayanırsa yalan olmaktan çıkar, kendisini gerçekleştiremez. doğruyu söylemek de pürüzsüz bir ilerleyişle varlığını şekillendiremez. sırası mı şimdi, beni dinlendiğime dair bir yanılgıya düşürerek sinirimi tepeme çıkartmanın? bana başka seçecek bırakmadınız. bıraksaydınız da dibi kalmış deyip burun kıvırırdım. o zaman şöyle söyleyeyim: ben sık sık iyileşirim. olumlu bakışım bu kadar. ne bileyim taktığım şu şirinlik muskasına bir aminler alaydım en azından, bir sevişler dile geleydi de konaydı şuraya ne var. belki bahar gelir, olamaz mı, olabilir. ama ben baharı falan umursamıyorum. benim canım mevsimsiz sıkılabilir. kimseyi de arayıp benim burada böyle canım sıkılırken, sen nasıl beni aklına getirmedin demem. bunu ahlaktan sayarım. birilerinin varlığı benim yokluktan dem vurmamı engeller çünkü, bunu da sebepten. derim ki hayır, hayır, kesinlikle benim yüzümden. benim yüzümden bir dokunuş geçecek değildi ya. bana haksızlık yaptınız ama sesimi çıkartmayacağım. ne güzeldik, yalnız ikimiz. hayır kesinlikle sesimi çıkartmayacağım. intihar fikri için, kişinin kendisini değil sevdiklerini cezalandırma yöntemidir derler, ben sesimi çıkartmaya çıkartmaya bilemediklerinden intikamımı alacağım. efendim benim çölüm serap, sudan sebepler benim gördüklerim. yok öyle yağma ama kucağıma dökülüyorum. efendim bana bir afet. efendim şu zamanlarda sanırım insanların, kendi fikirlerinin canla başla merak edildiğine dair bir inancı var. fikrimi beyan ederek sanrımı kesinliğe dönüştürmenin gururunu yaşıyorum şu an. nasıl söylesem; ses çıkarmazsa insan, kimse yok diye dünyanın üzerine kilitleyip gidileceğinden korkuyor olabilir. ben kimseden korkmam da diyebilir. ben kimseden korkmam mesela, kendimden korktuğum kadar. sizi tabi ihmal etmiyorum, yemlerim hatta, saç kesiminiz harika. ne bileyim belki insanlar bir süre sonra farkında olmadan bir konuşma eğilimi geliştiriyor. çok yalan söyleyen biri sahtelikten, ikiyüzlülükten bahsediyor fazlaca. kibirli adamlar egonun ne kötü bir şey olduğunu anlatıyor konuşmalarında. beyaz giyme tanırlar, seni masum sanırlar. konuşmanın arasında ben şecaat arz etmek kendini ele vermek değil diye bir mevzuya takılmış bulundum. benim ritmimi bozmayınız. ne bileyim, ben suç teorilerinden falan, müeyyidenin mutlak neticesinin ıslah olmadığına dair sosyal gerçekliklerden söz edebilirim. kimsenin bir işine yaramaz, sevmek suç mu dersem kendime taraftar toplayabilirim. işte böyle böyle koyveremiyor insan kendisini. sonra değil mi ki diğer tarafta, insan yaptıklarından değil sadece duyulmasından utanıyor. yine de bunu bir bronz madalyayla ödüllendirebiliriz. çünkü öte yanda goethe diyor ki insanların ne kadar kötü olduğunu görmek beni hiç şaşırtmıyor, fakat bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce hayretler içinde kalıyorum. goethe orada kalamazsın, annen hayatta izin vermez. hem ben misafirden nefret edemiyorum, üzerime bir sorumluluk biniyor. bir de gariptir ki insanların bütün planları uzun yaşamak üzerine kurulu. normal tabi, insanın sevdiklerinin uzun yaşadığını görmek istemesi. peki ya kendi ömrünün uzunluğunu talep etmesi? neyse o da bir başka yazıya kalsın, bana uzun ömür verilsin ki memnuniyetsizliğim hiç bitmesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder