19 Aralık 2011 Pazartesi






ne çabuk yarın olmuyor sevgilim.

senin gökyüzünün kuşları
onların seslerinden yastıklar
baş koymaya, ömür vermeye 
taptaze uykulara gebe
yüzümün ikliminde duyuşları çağırır.
gömdüğüm yerde yüzümü
senlik hatırlayışlar, serin suların senin
toprağın, bereketin, yaprağı gülüşlerinden ağaçlar
yeşeren ne varsa senden 
beni yatağında ağırlar. 

ben bahçenden kokularla
saçlarını örüyorum senin
ellerimin ulaşamayacağı bir gerçeklikle
omuzlarından omuz beğenerek öpmelerime
mırıldanarak hevesimin sözlerini
istersen kısılsın sesim
gök hırpalansın, bir çağ kapansın
dile benden, ne dilersen
hatta ellerimi tam bileklerinden
budayıp, yeter ki ellerine ekle. 


sabah olunca sonra, yani senli bir bahar
yetişecek hiçbir şey yokmuş gibi
bir ömür daha uyuyayım ne var.

9 Kasım 2011 Çarşamba


hiç. 

"söylediklerim aslında söylediğim gibi değildi" diye bitiyor hikaye. 


kumbaranın açılmasına çok az kalmıştı. sonra hüküm.
elbette dedim, anlıyorum. tabi ki, sonuna kadar haklısın.


yurttan sesler korosunda sesim çatlıyor. giriş çıkış saatleri, saat aralıkları sıkıntı veriyor. bazı geceler bir uzatsam şu gövdemi dümdüz ovaya her şey geçecek gibi geliyor. en fazla sudan sebepler türetebiliyor ve iki avuç su için dayıyoruz yangın merdivenini gece yarısı göğe. uçmak için elverişli olsa da yangın merdiveni, iş düşmeye gelince merdivenin birinci katta bitiyor oluşuna hayıflanıyoruz. o yükselikten atlamak aksayan bir his katıyor insan bacaklarına. yaz kış fark etmiyor, akşam olunca hava serin. önünü kesecek hiçbir yükselti yok, ister istemez muhatap oluyoruz rüzgarla. otlarla yapma çiçeklerin, bölük pörçük toprakla asfaltın, ne şehir olabilmiş ne kenarda kalabilmiş beraberliğiyle kilometrelerce yürüyoruz. işe yarar hiçbir şeyden bahsetmediğimize eminim. bu sefer bir acemiyi de arkadaşın ısrarıyla yanımıza alıyoruz. bütün ışıklar ölü, otogarda uykuyla uyanıklık arasında, istekli isteksiz çalışan adamların "buyrun" deyişlerine doğru gidiyor yol. iki de bir "ya farkedilirse" diyor. duymamaya çalışıyorum, konuşmaların arasına giriyor tekrar tekrar aynı soruyla. bu kadar endişe bir çorba içmek için heba edilmemeli, ihtiyacın olur, sakla birazını diyemeyince "artık farketmez" diyorum, "çıktık bir kere". hızlı hareket etmiyoruz, her şeyin yatay olduğu saatler, dikey her şey dikkat çekiyor. değer veya değmez hesabı yapmıyoruz. oradan çıkabilmeyi istemek, çıkabilmeye cesaret göstermek, çıkabilmek ağrı kesici gibi. bir süre sonra her şeyi bununla bastırmaya çalışıyoruz.

-olur da polisle karşılaşırsak yurtta kaldığımızdan bahsetme.
-neden abi?
-çünkü saat üç.
-fena mı abi, belki bizi polis otosuyla bırakırlar.
-sen beraber çorba içtiğim en zeki adamsın.

ilaç etkisini yitirince sorgu başlıyor. ne olacaktı ya? neyi duymayı umuyordun? bu böyledir. imkansıza methiyeler dizmeden, heves etmeden, peşine düşmeden duramıyor insan. kendine el ediyor, olur veriyor. insan kendisini iknaya ne kadar yetenekli. olacak iş mi dememek için ne kadar gayretli. binlerce sebebe kör iken, bir ihtimale ümit bağlamaya ne kadar hevesli. şu azığımıza bak. azık deyince hemen metal sesleri. her şeyi donuklaştırıyor. çatalın, kaşığın, bardağın, masanın, sandalyenin metali. evet demir vücuda iyi geliyor ve yıllar sonra bir gün masa devrilince biri rütbesini konuşturuyor kalabalığa dönüp, icadıyla övünür gibi: bunlar niye metal anladınız mı şimdi?

yurdun olduğu sokağın çocuklarıyla hafta sonları ahbaplık ediyorum, çoğu ilkokul çağında. akıllarına ne gelse anlatıyorlar, yerinden hiç kıpırdamayan o siyah arabadan dolayı endişeleniyorlar, her biri kafasına göre bir hikaye yakıştırıyor ve çıkarımlarına çocuk elleriyle alkış tutuyor. metin sekizinde, metin'in mavi kazağı hep pantolonunun içinde, pantolonun paçaları gelmiyor bile bileklerine. aklına ne zaman düşerse o zaman odama geliyor, beraber matematik çalışıyoruz. parmaklarını sayarken tespihini bileğine alıyor. işaret parmağıyla kafasını kaşıyor. metin parmaklarını topluyor da bir türlü hesabı tutturamıyor.

-metin, sekizle altıyı toplayınca on üç ettiği nerede görülmüş?
-abi, parmaklarım öyle söylüyor. 

seni katlayıp şu dolabın en güzel yerine koyayım da saklan, kal orada diyemiyorum. bahçede adımlarımızı birbirine ekliyoruz. ne güzel aylaklık. anlatıyor, soruyor, kahkaha atıyor, ciddileşiyor. uzak mı buraya abi orası diyor. otobüsle sekiz saat metin diyorum, bana arabayla ne kadar sürer onu söyleyeceksin diyor. ensesine patlatıyorum tokatı. biraz sonra, ne iş yapacaksın yani abi, anlamadım diyor. mesela biri sana sokakta haksızlık yapsa yanında olurum metin, savunurum seni, öyle işte diyorum. bu iş için para alınmaz abi diyor. ah şu düşmediğin çamura, şu kirlenmediğin dünyaya nasıl gıptayla bakıyorum. sefer sefer bahçelerine misafir olayım istiyorum. yoruldum deyip duvara sırtımı yaslayıp oturuyorum. bir eli omzumda, gözleriyle dizimi kurcalarken, babam diyor abi, motosikletle kaza yaptı ama biliyor musun ölmedi. onu hastaneye götüren ambulans kaza yaptığında öldü. bu ani frenle ön camından fırlayıp dünyanın, boşluğa düşüyorum.

/pılımı pırtımı toplayıp ortalıktan kaybolmak isteyen bir adam oluyorum. her şeyi tane tane, yalnız kaldıkça ince ince işlemişim. bir kez olsun hesap yapmadan, ne olacak demeden, ne derler diye düşünmeden, evet huzuru isteyip, belki yalnızlığı da ve hatta perişanlığı da göze alarak, belki yokluğumun acısını da çekecekler ama dostlarım gittiğim için siz bir parça kahrolmayın diye, ben hep paramparça kalıp kahrolmayı göze alamadım diyerek, anlayacaklarını umarak. biraz soğuk, biraz tren garı olsun, her şey sussun isteyerek./ 

üzerinden asırlar geçmiş, binlercesine tanıklık etmiş gibi gözleri. bu nasıl bir kabulleniş, bu nasıl bir dinginlik?  yaslandığım duvara gömsünler başımı da gözlerimi görmesin istiyorum. metin sekiz asır yaşında. sesimi boğazımın duvarlarına çarpa çarpa, metin diyorum üzme beni. ben üzmem abi diyor, başkaları üzmüş seni.


insan yalnızlığından değil, yalnız bırakılışından şikayetçi. pişman olmaya sebep bulunmuyor, bir kişi bin pişman ediyor da, bir başına bir kere bile olamıyorsun. işte ben böyle uzak bir şehirde otururum, belki bundan böyle. belki bundan böyle ben hiç kıpırdayamam. milyonlarca sese karışırım. apar topar evden çıkmak, apar topar eve atmak için kendini, denizin karnını yara yara, yara bere, iki yakası bir araya gelsin şehrin diye bunca ilmek. ne çok efendi, ne çok köle. yağmurda şemsiye ölüleri. balık kokuları güneşli havada. hemen geçiyor burada her şeyin sarsıntısı. her şeye alışılıyor. nasıl arıtmıyor su, nasıl aratmıyor gelen gideni, nasıl hayret vermiyor hiçbir şey. bezginliklerimizin üzerinde kıyafetlerimiz örtülü. gözlerimizde demir parmaklıklar. dünya paramparça, her yan kesik. karmaşa bitmiyor. kimse dönüp bakmıyor. şuramıza kadar geldi. orası neresi. binalar dolusu yıkım. işte böyle. yetmiş yaşında osman bey, sabah karanlığında işe gelip, karanlık çöktüğünde çıkıyor işten. iş işten geçmiş oluyor. göz gözü görmüyor. sabah olsun bakarız. görünmüyorsun ne zamandır. zamanı mı şimdi? şimdi değilse ne zaman? düşündüğün gibi değil. vazgeç artık. kim inanır? üşendiğin kadar varmış. hiç gereği yok. biraz alsaydım. az kalsın oluyordu. gereksiz mi oldu? her şey eksik bunda. bunu alabilirsin, kalsın sende. ne çok var varmamıza, ne çok. kimsesizliği bile saran nice kimsesiz var, senin kimsen yok.

eski bir binanın en üst katı. haliç'i gördüğünü varsayıp bir kere bile bakmayı düşünmüyorum. masanın diğer ucunda oturuyor. bir daha nasılsa lazım olmaz diyerek bütün tanışmalara isimleri dinlemeyerek başlıyorum. merhaba.

-benden iyisi şam'da kayısı.
-kayısı sevmem zaten.
-o halde tek seçenek ben kalıyorum. 

kendime bir seçkinlik atfedecek olsam kendimi affedemiyorum. kaldığımız evin perdeleri hep kapalı. dünya yok. başka bir aleme inşa edilmiş gibi bu ev. saat yok, gün yok. iki bardak için iki çay kaşığı kahve, bardak başına iki şeker, orta. az şekerli için bir, şekerli için üç. kaynayana kadar kalacak ocakta. anlaşılmıştır. bir kahve ve kırk yıl hatır. eline sağlık, beni dünyanın en mutlu adamı yaptın. şimdi şu kibriti yaksam, yanışını görmek değil de parmaklarım arasında bitişini hissetmek acı verecek. öyle değil mi? susarsak olur sanıyoruz. konuşmazsak geçer gider. bir bakıyoruz aramızda ölmek üzere olan bir çocuk yatıyor. geleceğin gırtlağını kesmemizi müteakip bir çocuk gömüyoruz, kefensiz. umutlarım ıslanmak üzere. bozuluyor sessizlik. 

onun mutluluğu. bu değil.
sen beni bu anlamda mutlu edemediğin için ve bir şekilde bunu hak ettiğimi düşündüğün için başka biriyle bile olsa. hissettiğin belki bir tür rahatlama ama mutluluk değil. bundan mutlu olamazsın. neyse, bunları çok konuştuk. artık geriye bakmamaya çalışıyorum. bakmamam da lazım. yaptığım şeyden eminim, yapmak üzere olduklarımdan da. olan oluyor işte. sadece düşününce garip geliyor. mutlu olacağını düşündüğün yol bir zaman mutsuzluğun oluyor. mutsuz olacağını düşündüğün için vazgeçtiğin her şey  hayalin. lazım değil, düşünürsün sadece. gereklilikten değil de düşündüğün için işte. olmaması lazım mevcut durumda, istediğimi seçtiğimi düşünürsek, hayattan ne beklediğimle orantılı davrandığımı hesaba katarsak bir sıkıntımın olmaması lazım. karar verdiğin anda yani bir yol seçiyorsun kendine. sadece aşkta değil, her şeyde. ve bir süre sonra seçtiğin her şey yanlış, seçmediğin her şey güzel. ve vazgeçtiğin her şeyden pişman oluyorsun. pişman olmamak lazım. lazım işte.  pişman olmasan zaten lazım demezsin. elveda. 

aklım bıçaklara gidiyor. bu tamamlanamamışlık beni kaldırıp arşa, vuruyor yere. dökülüyor içimin sıvaları. çürük kokusu bırakmıyor burnumun yakasını. alelacele çıkıyorum. kusmam lazım, cümlelerimi toparlayamıyorum. kaçırsam aklımı, ne fidye ödeyen çıkar, ne peşinden koşan. düşürsem şuraya, peşimden getirecekler belki. kurtulmam lazım. ayaklarım beni sürüklüyor. ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. zihnimden hiç geçirmiş değilim. yokuşun sonundan sağa sapıyorum. ellerim nasıl kirli. buharlaşan camından içeri bakıyorum. sığınacak tek yermiş gibi. her şeyi buraya bırakıp çıkabilecekmişim gibi. içeri giriyorum. küçücük bir yer burası. üç-beş sandalyesi var, birkaç da masa. köşeye geçip oturuyorum, okunmamaktan sararmış kitapların hemen altına. ne kadar öylece kaldığımı bilmiyorum. çayını ocaktan alıp geliyor yanıma. rast gelebilirsek konuşuyoruz. bir kere bile sözleşmiş değiliz, orada buluyoruz birbirimizi. söze giriyor, söze giriyorum. çok nadir konuşmanın başındaymış gibi yapıyoruz. bazen ayrılırken ancak soruyoruz birbirimize "nasılsın" diye.    


-nerelerdesin sen?
-sıkıştım kaldım, sorma. sor manasında sorma diyorum yani. zaten nerede birisi sorma diye cümleye başlıyorsa, bil ki böyle. annem babam beraberler şimdi. onlarla uğraşıyorum. gitsem sıkılıyorum, gitmesem yine sıkılıyorum. 
-baban sabit ikamet sahibi mi oldu? 
-yani sayılır. yine seyyar ama biraz eve de alışır umarım.
-adamı niye yerleşik hayata geçirmeye uğraşıyorsunuz yahu?
-geçiremiyoruz. babam sokak sakini benim. damı asuman olmayan yerde yatmam diyor.

...

-şiiri biliyor musun? 
-hangisi?
-"köleler gölgeleri özlerdi, ben utanırdım sana biriktirdiklerimden"
-kimin şiiri?
-faris kuseyri.

...

-insan tehdit altındayken onu korunmasız duruma sokan kişiye ilk neyi sorar ?
-çoluğun çocuğun da mı yok diye sorar.
-hayır, kimsin diye sorar. ben, "senin kardeşine böyle yapsalar hoş olur mu" diye sorarım. saati de sorabilirim, "sigara var mı?" diye de sorabilirim. hiç tehdit altında savunmasız kalmamışım anlaşılan.

...

-kadının biri orospuymuş afedersin, o öldürürmüş gerçeğiyle. benim gerçeğim kendimi öldürüyor sadece 
-senin neren gerçek be?
-biraz gerçek. asıl senin neren gerçek? 
-ele gelir yanlarım var. 
-"ölümle gerçek birbirlerine benzer. gerçekler de insanı öldürdüğü için ölüm gibidir. ben bir insanı öldürdüğüm zaman, onu bıçakla değil, gerçekle öldürürüm. bu yüzden korkuyorlar; beni yok etmek için bu yüzden acele ediyorlar. bıçaktan korkmazlar. onları korkutan gerçeğimdir " ben ele almadım, bilemem. dişe dokunurum ben de.
-hah şöyle, insan kendini bilmeli. 
-"düştüm ibret aldım kalktım unuttum" benim için sen bu cümlede gizlisin. biliyor musun:
"korkmuyorum artık solmaktan 
solmaktan ve solgunluktan 
gelmişim nerelerden böyle 
kurumuş bir dere yatağı gibi 
ya da pek kurumamış da 
baygın, hasta ya da cançekişen 
çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında 
ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini 
yorgun düşerek taşımaktan 
ve ne çıkar ayırmasam kendimi 
suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan" 
-kim demiş? 
-ben ruhi bey. ve  "ve uzak bir varlığa konuştuğum doğruysa ve eğer bugün olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru olarak yeryüzüne yağarsan - şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş olmandan gelir. hayatta daima yalnız bir adamın düşü ol, bir aşığın sığınağı olma sakın." canım sıkılıyor benim. alıntı yapıp duruyorum. geç olmuş. çekirdek çitlemek ve evde çıplak dolaşmak istiyorum.
-ne engelliyor seni?
-sen. özel şeyler bunlar. ayıbın yerini özel aldı.
-hiç bir şey için geç değil, ölüm dahil. 
-öyle mi dersin? bilemedim. 
-tabi. tam zamanında öleceksin 
-her şeye geç kaldım diyerek battım ben oysa. sen şimdi umut gibi hiçbir şey için geç değil diyorsun. benim bugün dürüst olmam gerekiyor. ben anlattığım kişi değilim. kurmacayım. 
-kim olduğunu çıkaramadım evet. 
-zaten artık kimse olmadığım için bütün yorgunluğumu, bütün paylaşamadıklarımı tanımadığım birisiyle paylaşmak rahatlatır sanıyorum. 

...

-ay bile tutuluyor, ki üstünde ot bile bitmez, bizi tutan yok.
-dinamitlik yapma, elinde patlayacak her şey bir gün. seçmek zor şey ama rahatlatır.
-karar kılamıyorum. 
-karar kıl ama kararında kıl, abartma.

... 

-"ankara'da aşık olmak zor iki gözüm" demiş miydim? 
-demesen de bilirim, ben denedim de gördüm. 
-neticeye ne zaman varıyorsun?
-varmak, geri  gelmek. netice yolunda olalım yeter. "soluk koşarken alınır". küfretme.
-bana bölünme problemi örneği gerek. 
-ekmek bölmek olur mu?
-ekmek bölünürken ses çıkarmaz, tam da istediğim örnek.
-hiç şefkat hissiyatının, aşk ya da muhabbetten öteye geçtiği oldu mu sende?
-hiç geri kaldığı oldu mu diye sor bakalım.
-dünyanın başka yerlerinde, başka başka insanlar aynı şeyleri aynen yaşar. ben buna inandım bu hayatta. sadece simalar değişir. bu benim tecrübem.

...

-ben ona diyecektim ki bildiğin gibi değil ama anlatamazdım biliyorum. 
-bak, ben sana bir şey söyleyeyim mi? benim hayatımdaki en büyük burukluklarım, bir kadının hayatından hayal kırıklığı olarak geçip gidince yaşadıklarım. bu bir çeşit tufan, bir çeşit taş yağması başıma. insanı incelten her ne varsa; ardından tedirginlik, hüzün, sitayiş, acı. kitaplar, şiirler, ince adamların derin lafları. yakılası şeyler işte. hepsi çok bencil çok. hem de bilerek yapıyorlar, bir yerlerde birilerinin kendileri gibi olması için yapıyorlar. 
-"ey şair, ey dilenci. kanatsız, mızmız, sözün köpeği"
-ben dünyaya yine gelseydim, acaba bu şekilde mi yaşardım bilemem. 
-"bir daha hangi ana doğurur bizi" diyor ahmed arif. 
-ah ulan ahmed arif. serçe parmağımın kalınlığı kadar bile değil yazdıkları ama işte bak halini değiştiriyor.

...

-ne zamanki "alır seni kaçarımlar" bitti, "benimle gelir misin?"ler başladı, o zaman çıktı dünyanın çivisi.
-onlar daha iyiymiş emin ol. neye sevdalandığını, neyi istediğini daha iyi biliyorsun. çokça geniş bir dünyan olmadığından rahatsın, geniş taleplerin yok. mutluluk daha yakın ve ulaşılası. ama artık piç oldu hepsi. 
-"bak, çöpçüler bu geceyi de piç edip süpürdüler"
-bak, bütün kadınların bana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ben. hepsini ancak benim anlayabileceğimi ve huzur verebileceğimi. anlıyor musun? "sine hahem şerha şerha ez firak, ta biguyem şerhi derdi iştiyak" iştiyak ve aşk derdimi anlatabilmek için sinesi paramparça adam isterim diyor. bunu ilk okuduğumda ağlamıştım anlamaktan. sonra da anlamıştım ağlamaktan. "insan aklı kolaya kaçmakta ne kadar esenliklidir" der ibni sina. sonra bak ikbal ne diyor "hestem eger mirevem, veger nerevem nistem" gidersem varım, kalırsam yokum. pislik durunca bulaştı bize. biz unuttuk gezmeyi. benim bu konuda aklım ve dilim dertli ve doludur. dil de kalp demektir işte. 
-kalbimiz dursa yaşadık desene.
-durduracak kadar yaşayansan ayağını öperim. "aşk arzunun gözüdür" der plotinos. 
-nereye bakarsan, öyle yakar mı demek istemiş? zıvanadan yeni çıktım, üşütmesem bari.
-bak sana bir şey söyleyim mi? augustinus şöyle dua edermiş "tanrım bana iffet ver. ama şimdi değil" samimiyet bu. tüm edepliler, edepsizliğin tadını iyi bilenlerdir. rahat ol, hepimizde aynı sancılar.

... 

-çoğu zaman çok sıkıyorum sevdiğim elleri ben. insan bir aşıkken canavar olsa bazen doya doya. ben mesela isterdim bunu bir defa. 
-akşamdan aklıma taş kaçmıştı benim. şimdi şöyle yuvarlanır cümle. bugün dediğimiz şey, insanın benliğiyle olan alakasını koparırken, öte taraftan da ben'ine döneni büyük bir uçurum önünde araf halinde bırakıyor. bir bölünme hali yaşanıyor kısacası. öyle mi olayım, böyle mi? ama insan elinden benliğini de bırakamıyor, zira bir defa farkına varınca elden de çıkmıyor. o yüzden farkındalık bir hastalık hali.


sabah bir bahçede açıyorum gözlerimi. tepesinde gök, göğünde bulut. kafamın içinde "waiting for the miracle" çalıyor. biliyor musun kendi penceremizden algıladığımız şey sadece bize göre gerçek ise ya da bizim gerçeğimiz saydığımız algıladıklarımız ise dünyada olan biten her şey yok sayılmış olur. insanı kendisiyle baş başa bırakamayız diye düşünüyorum. bu bizim insan olmamız tamlamasına aykırı olur sanırım. ya da şöyle olsun: kendi algımız dışındakileri yok saymak vicdandan soyutlanmayı gerektiriyor. rahatı bulmuş herkes kendi algısına sarılarak, dışında olan her şeyi değersiz kılar. bu da beraber yaşamanın, bu dünyada varolmanın anlamını kaybettirir. demem o ki; gülüşün ne güzel. 


uzak bir şehirdeydim, günleri birbirine eklersem bu mesafe kapanır gibi geliyordu. benim iki kolum da yoktu. bir gün diyordum elele tutuşabilecek miyiz? "olacak hissi girip yerleşti içime" diyordu. yağmurda akşam oluyordu, koşarak girdim istiklal caddesi'nden içeri. bütün yüzlerde arıyorum. bakarken insanlara, artık ne kaldırım taşları altında kum olduğunu, ne de sokakların denize açıldığını düşünüyorum. adına insan denen bu kan emici, bu acıyla beslenen aç gözlü, bu gözyaşıyla büyüyen diken, insanlığa dair hiçbir umut bırakmadı. size, ettiğinizi çekesiniz bile diyemiyorum. bunu anlayabilecek kafaya ve hissedebilecek ruha sahip değilsiniz. kahretsin ki sayınız, rezilliğinizden daha fazla. lanet olsun ki bir kere bile sizden başka herhangi bir insana yaşama hakkı vermediniz ve bunun değişebileceğine dair hiç umudum yok. ne yapalım. yattığı uykusu mutlu bir sabaha ayarlı bir çocuk olalım. bir gün dayatılmış ne varsa yıkıntısının üstünde, birbirimize bakarken bunu milattan sayalım. ankara'ya yağmur yağacak olsun ve bir gecenin "kalbimin atışını dinleteceğim sana" diye başlayacağına inanalım. 

11 Ekim 2011 Salı


abi selamlar.
adını verip kitleleri peşinden sürüklettirmeyeceğim.
peşinen yine söyleyeyim mi? dünya çok boktan bir yer.
başımın ağrısı tavan yaptı, sormuyorsun.
bir de birisi. ve de


üç metrekare bir yerdeyim, annemin haberi yok.


bir tavır ortaya koymaktan bahsedecektim. es geçmek hastalığına tutulduk.
neyse boşver, bana ne anasını satayım diyoruz. bana ne abi? koymayacağım ortaya bir yazı,
koymayacağım ortaya bir tavır. hep yorgun insanlık, bunu da umursamayacağım.


üç metrekare bir yerdeyim, annemin haberi yok.


sabah çok erken uyanıyorum abi, hiç uyumuyorum.
çok erken abi, uyumaya fırsat olmayacak kadar erken. koşturuyorum, benim olmayan bir hayatın
içinde, benim olmayan bir tavrı koşturuyorum. eyvallah diyorum yüzlerine, eskiden olsa boku yedin sen derdim.
hiç uyumuyorum abi.
çok erken uyanıyorum.
zeminle bir yatıyorum abi, zeminde kir.


terlik giymekten utanıyorum, kirli elbiselerimden utanıyorum. korkumdan kokamıyorum bile abi,
anlatamam. afedersiniz diyorum hanımefendi, nefretinizi içime düşürdünüz. siktir git diyemiyorum.
özürler ardı ardına.
çayı çay gibi içemiyorum, kahrolsun fincanlar, kahrolsun kahve falları.
iletişim aldı başını gitti diyorlar ya bak sana ne diyeceğim.
sormuyor kimse, herkes adisyonlara bakıyor. bunu anlatmalıydım abi.
insan kağıtla, evrakla nasıl muhatap olur anlatmalıydım.
ama bir de birisi.


ah kim dinleyecek. ah kim.
klimayı aç, söyleyeceğim.
çekip gitmeyeceğim abi. ağız dolusu küfredebilene kadar bekleyeceğim.
o imzayı kıçına at diyeceğim, kağıtları burunlarından yedireceğim.
bekleyeceğim abi. köpek gibi yapacaksın diyeceğim.
biri bunu söylemeli, bak parmak kaldırdı alemin kerizi.


ne için bunu soracağım abi. ne için karışıyor gündüzüm geceme?
ama ah işte o birisi.
söylemiş miydim abi?


üç metrekare bir yerdeyim annemin haberi yok.


ama abi ahdım olsun, annemi birgün üzeceğim.
korkağın anası ağlamaz oğlum diyecek, dinlemeyeceğim.


bir de birisi abi. taptaze. ötesini söylemeyeceğim.


sen iyi misin?

18 Eylül 2011 Pazar

kırılan daldan medet
umacak değilim ya ben
koluna taktığın sepet
ten kokusuna da kırılacak değilim.

anarak bir kıvrımın
susayışlarda bıraktığı hengameyi
ıssız adaya düşse insan düşünmez elbet
üçü beşi.
serap diyorlar
koynunda kunduzların leşi.
nereyedir bu gayret
mesela bu rota kaçı gösteriyor
abaküse gelir mi samimiyet
hamel, itiraf et
kitapların kalınlığında bir tuğla
düşse mesela gökten
uyandığında koşarak çıkmaz mısın
buruşuk o yerden.

koskoca bir ağrı kuşandım
şimdi gidilecek bir deva kalıyor
geriye gelmeyi düşünmüyorum
çünkü hayat yaşarken çok vakit alıyor

dedim bu dünyanın ters yöne körelişi
bir korluk var bunda evet
ya yanarsa bağ,
beni bilinmezlıkle sızlatan
dedi sen bunu al
ölülerin ulaşamayacakları bir yere ko.
dedim nasıl olur
nasıl bulur arayan hevasını
öyle güzel susuyor ki
sessizlik sıkıntı vermiyor
dedim manyak mısın
dedi hayır demeye dilim varmıyor.

13 Eylül 2011 Salı


size de oluyor mu aynısı?


sık sık. gerçi sıklık nedir bunu insan kavrayamıyor. insan aklının karışık olmasına şükrediyor ne acayip. bir haftaya yedi gün çok mu mesela? bu bir sıklık sayılabilir mi? dört mevsim sıkıntı veriyor, hem de iki bahara rağmen. bir de -bahar hem sensiz hem yatalak geçiyor-, saymak, virgül sarfiyatına neden oluyor demiştim hatırlıyor musun? hatta bu virgül sarfiyatına neden oluşluk’tu tam olarak. iyi kavramını aynı potada eritmek için bir abaküse elma-armut toplayıcı eklenmeli bence. sık sık abaküs deyişimde bir hesaplanamayışlık var mı bunu da düşündüm. kullandığımız kelimeler bizi ele verecekse, en basitinden yardım ve yataklıktan yargılanmalılar. mesela çakmağa gaz doldururken yanan birini, salt bununla anabilir miyiz? oluyor öyle şeyler. bir kere belki de çok kere, tenimi sıyır üzerimden, eziyetin ortasinda utangaç bekleyeyim derken, bunun varacağı yerde insan kendi sorgusuna bilmediği yerden soru soruyor. çay iyidir mesela. bunlardan sallandıracaksın iki tane, bak bir daha elin üşüyor mu? ne diyorlar ona, ikame edilebilirlik. bence ikame edilebilirlik insani değil, ticari. arz ve talebin esnekliği. nev’i diyorlar. bulgur gibi. oysa antika öyle mi?


neden?


bak konu merak olunca, ve filmde geçtiği gibi "maskeli birine kimsin diye sormak- yani, insan mantığı itiyor, mantı tabağını bir kenara bırakıyor. 


yaprak taşıyan karıncalara imreniyorum ben ve benim için kanguru en içli hayvandır.


serçeler yarın ne olacak diye düşünmüyor, kanattan mı sandın bu özgürlük?


mesela "yerin hazır" iyilik belirtir ama "yerini yapmak" kötü bir deyimdir. kimyayı sevdiğimi bilebilseydi insanlık. 


en çok "ne çok şey söylemişim" diyorum da bir kere belki de yıllar önce "nedir kelimeleri böyle zihnime bölük pörçük düşüren" de demiştim. bölmek bir elmayı çoğaltmaz sanıyorsun, bunu matematikle açıklamaya bile kalkarsın. 


"bunda şaşılacak ne var" kirli bir cümledir. bir kere alışmak kötüdür, en çok burnuna hayıflanmalı insan belki de ya da bu duyuya.


bana çok acayip geliyor, buyur ediyorum tabi ki. kapıyı çalmadan açıyorum hem de. hissikablelvuku bir arşiv vakası olarak hatırlanıyor ve. resme merak saldım demiş miydim? şema çiziyorum, hem de bir diğer musluk boşaltmıyor içini.


şöyle düşün, örneğe girecekken aklıma geldi; hayalgücü diyorsun da suyu bildiğin için okyanusa ulaşabiliyorsun.


mesela görüp geçtiğin, belki yüzüne bile bakmadığın nicesi, yani diğer taraftan birinin, yüzünü görmek için can attığı birisi. kantarın topuzunu kaçırmak istemezdim.


yani nedir, insan özlemenin ululuğuyla mı avutmalı kendini, yoksa bahtsızlığına çatmalı? kendini pek çok insandan üstün görsen de görmek istediğin birini gören ve neyi gördüğünün farkında olmayan ve adına sıradan dediğin herhangi biriyle kendini kıyaslamak durumunda kalıyorsun.  


"neden" daha başlarken bir kalıba sokmaktır, yol göstermektir, çerçeve çizmektir.



6 Eylül 2011 Salı

sanki


sanki uzaklık ölçülebilir bir şeymiş. olacağına varmış da biz de peşisıra koşarken çatlatmışız ardamarını, yıkmışız sükut duvarını. atladığımız çitlerden sıyrık alıp, çaput bırakmışız şu dilek olsun der gibi.

yakamıza diktirdiğimiz iki el var. şurada dursun.

gözüm takılsa da şu çanağı devirsem kırmızı yayılır zemine. çok yükseğe çıksam sakarlığım tutuyor. ellerim titriyor, bilmiyorum neyin üzerine. ne konuşuyorduk, nerede kalmıştık, kim ağırlıyordu bizi, ne yaşayacaktık da çatkapı devrildi gök. ben bunun altında mutlaka bir şey ararım. zaman altından ne sular akıyor, şu paçalarımız bileklerimize değdi değeli. nasıl çalı, nasıl da buluyor tam da geçmek üzereyken şu yolu. onlar var. henüz ayırt edemedik bizden. ömrümün sebebi demişti arif, işte onlar her şeyin müsebbibi. bir şey yapıyorlar. çok şey yapmışlar. hani tam da ayrılacakken adam o kadından, kimseye söyleyemediği, belki bu yüzden en çok da kendini yiyip bitirdiği, ne için ayrıldığını da bilmediği, kollarını dirseklerine kadar sıvayıp kadın, diş geçirmişti adama, adamın teninin gürültüsü belki bütün geçmişini sağır etmişti. işte öyle derin, dolguya gelmez acıların sebebi olmuşlardı. orada olmasaydık biz, bilmeseydik o ete kopartılacakmış gibi geçirildiğini o dişlerin, nerede duysak tanırdık, izini sürebilirdik nereye gitsek, görse hangi çocuk ya da ihtiyar çıkarırdı bu pürüzün çelmesini. birileriydi onlar ve bunları neden yaptıklarını bilmiyorduk. bir zamandı hatırla; henüz, çaldığımızda bir kapıyı müsait misin diye sormuyorduk, gelebilir miyim demiyorduk, aç mısın diye kimse sormuyordu o zaman, mutlaka aç oluyorduk, konuşmamız gerekiyordu ve kimse meşgul çalmıyordu. aramızda kalacağına söz ver denmemişti hiç, çünkü ne birikse insan etrafına, yanında kim olsa, o araya kimseyi almıyorduk. elimizden bir şey gelmese de anlıyorduk. anlaşılıyordu elimizden bir şey gelmediğini. hani bir zaman bir yerde iki kardeş birbirinden habersiz her gece, birbirinin ambarına bir çuval buğday taşıyordu. sonra onlar. onlar bize ne zaman bu kadar düşman oldular bilmiyorum. biz iyiydik onlar değildi. biz başkasını da düşünürdük, en çok biz severdik, kıskanmaz sadece imrenirdik, onlar öyle değildi. gidişleri sebepsizdi, üzmeleri onlara zevk verirdi. alınlarını değmediğini düşündüğümüz şeylere değdirirlerdi. hiç anlamazlardı, asla hak vermezlerdi, kendilerini yerimize koymazlardı. onlar yalan söylerdi. aldatırlardı, hiç alttan almazlardı. hep söylenir hiç dinlemezlerdi. kıymet vermezlerdi. ama onlar kim bilemiyoruz. onlara da soramıyoruz. çünkü herkes bu tarafta. yandı düğüm, koptu bağ. 

bazen diyorum ki inkar bizi her şeyden kurtarabilir. bütün yükleri yüklenmekten kurtulabiliriz. hissettiğinin ağırlığından bile inkar ederek kurtulabilirsin. kurtulabilirdin, eğer ki başını yastığa koymak gibi bir şey olmasaydı hiç dünyada. eğer kendinle baş başa kalmak gibi bir fırsat bize verilmemiş olsa. her şeyi inkar edip kurtulabilirdin. yanık demedim de aklıma geldi. ben hiç yangın görmedim bir kutu kibrit bulduğum oldu ama. açıyorum gözümü bir kızıllık kaplıyor her yanı, kapatıyorum gözümü, ver elini roma. beklemek ama böyle uzak değil, yanıbaşında. beklemek sahiciliğini diş geçirererek deneyimlediğin bir gerçektir. beklemek birbirine eklediğin günlerin neye varacağını bilmemektir. beklemek, çok duvarsız bir örnektir. beklemek elden gelmeyeni, elinde olmayanla dengelemektir. beklemek karıştığın kalabalığın içinde kendi adını seslenmektir. beklemek duymadığın çıtırtıyla ürpermektir. beklemek eve girdiğinde kapıyı sürgülemektir. beklemek o kapının anahtarla açılmayacağını bilmektir. beklemek roma'da ister istemez titremektir.

kirpiklerim suda uyanıyorum. bir gölün benimle salındığı oluyor yatağımın üzerinde. tuzlu su balıkları, sarkıtılmış oltalar. 
yakamda iki el doğrularak.
beni not olarak cehennemin dibine düşür.
bulup çıkartsın biri ders olarak. 

3 Eylül 2011 Cumartesi

c


cenk c ile başlar k ile biter. oysa
cenk kadınla bitse de başlar gibi
can çekişir.
cenin bir taştır başına fırlatılır dünyanın.
cevaz verilir,
ceza çekilir.
cevap verme gereği çiselemez yağar.
can cenkle cana candaş olur. kadın aş olur, başucunda durur.
cisim kendini candan kopartarak kurur. baş ucu önemlidir.
cenk uçta başlar, bucakta biter.
caddeye bucaktan çıkılır.
cengaver sıfattır adam üzerinde iyi durur.
caddenin sonunda camdan köşkünde kadın bulunur. bak
cefakar cefadan türer cefa c’den.
cenk cefayı celbeder. bak
cebrail başlangıştır cellat son. bak
cennet sonla başlar.
cehennem ceremedir başa gelen çekilir. aranan adrese
cibiliyetle gidilir gibi
cingöz bir söz içimde durur.
cinnet
cenge eş değerdir çünkü gözler yumulur. bak gözünü yumarsan
cihet düşünde can bulur.
cümbüş o zaman başlar.
cümle cüret demektir. kurarsan
cürüm olur.
cümle c ile değil büyük harfle başlar dersem
curcuna olur. oysa
cumhuriyet cumhurdan mütevellit ayakta durur gibi bir
cümle anlamı, cabasıdır cengi göze almanın.
cafcaf cahil işidir demek gerçek,
caka tereciye satılmayacak kadar tedavül haricidir.
c kadını, kadın cümleyi başlatır,
cümlemizi başlatır gibi susarak.

19 Ağustos 2011 Cuma

şubat

şubata ebat biçeyim
üstünde güneş doğmayan krallığımın
parsel parsel
sefaletini içeyim.

bu evraklar sizin olsun
bu çek, bu bana faydasız bono 
vadeler sizin olsun
kurlar ve kul köpeği kullar
ete değen diller
ve gayesiz bir gayretin işçisi pullar.

bana yalnız
yalnız bana
bir gitmelik
üçe kadar sayılsın. 
ne olur benim gitmeme
şubattan bir gün katılsın. 

koluma yar da istemem
sadece babamın körüklü saati
takılsın.
tıkılsın benliğim içime
iki elimle kendimi
kendime bükeyim.

suratle suret değiştiren 
yüzlerce yüzü
yanlışa düşüp de

kanattığım dizi
bilettiğim kanlı izi
bırakıp size
morarmış gönlümü
buza koyayım. 

ben, nuh’a duacı balık
bırakın biraz
suya uzanayım.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

bir faydası var mı? yok. yokluk bolluğundan varlığı neremize süreceğimizi şaşırdık. havucu kardan adamın yanlış yerine sapladığım oluyor. çok arabesk vuruşlarla mesela. kan kırmızılı, zülfikarı daldırarak palete. pedala ortak olarak, koyarak deniz mavisini sepete. bak işte put dememişken aklıma pot geliyor. biliyorum sizi de üzdüm. hatta size siz demem ve dahi senleri bir potada eritmem, bu bile alınmanız için haklı sebeptir. haftaiçi bir kamyon açıklık getireceğim. heybetinden yanına varılmaz dağlarda kin güdüyorum, sebep otlatıyorum, azığımı azımsıyorum.

olmaz böyle tabi. doktor röntgen filmini tuttuğunda ışığa ödüm koptu "ben senin ciğerini bilirim" diyecek diye. boşuna mı ördük bu kafesi, bu mahkumiyeti reva görüp, bu mahrumiyeti boşa mı kabul ettik. kendimi yüksek bir yere. evet, kabul ediyorum. sen değil, ben. tozlanmak pahasına göze alıyorum. orada unutuluyorum. küflenince küfrediyorum. ciğerim kaç para etmez, buna bilim yorum getiremiyor. ölmekten gülüyorum. 

bu yavanlık çok katıksız bir boşluktur bunu biliyorum. şu uzaklığın uçlarından aç karna üç-dört doz mutlaka alıyorum. ne yemesem diye üşeniyorum. bir haber gelmek üzere, hep öyle bir hal. "sonunda" diyeceğim ve kalkıp gideceğim sanki. bütün dünyaya acıyıp, hiç birini sevmemek nasıl bir şey. yani hepsini kıymete bindirip, ben yayan gidiyorum. 

ağlıyor musun sen? hayır, gözlerimden uyku akıyor. çok sevdim ben be. çok sevdim. cam kırıklarına basar gibi bastım yüreğimi yoluna.
toz olurum nefesine yerden düşmemecesine havalanan.
kalp atışı gördün mü sen hiç tek seferde fersah fersah öteye ulaşan?
-yamru bastım iş değildi hake çakılmak bayırdan-
bilinmemek bir sır olmuyor her zaman. görmezden gelinmek bizi sır yapmaz mesela.
ela ela ela e.
under my umbrella.
çekti gitti.
yüzünde oluk mu oluşurmuş insanın deme. burnum da aktı.
aktı hayatım avucumdan.
şaka şaka.
birini uğurluyoruz sadece seni seveceğim diye, oysa biz sadece kendimizi seviyoruz.
başkasının bizi sevmesi bile bizim kendimizi sevmemizle alakalı aslında.
kendi acımızı kendi sevgimize dönüştürüyoruz bir de.
çok üzüldüm be.
işte bu yüzden sevimli olmalıyım herkesin gözünde. 
dev insan stokları görüyorum. çantada keklikten buraya. biri olmazsa biri, öteki heba olursa beriki. herkeste bir gard, kimse kimseye kafa göz dalmıyor ya bu beni çok duygulandırıyor.


duygulanınca beni huzursuz eden, mutlu eden, üzen, heyecanlandıran, kızdıran şeyleri beni huzursuz etmelerine, mutlu etmelerine, üzmelerine, heyecanlandırmalarına, kızdırmalarına göre kategorize ederim, acımam. ayrım noktamız benim neyden huzursuz olduğum, ne ile mutlu olduğum, heyecanlandığım, neye kızdığım, üzüldüğüm, neden mutsuz olduğum noktasında. ben kendimle değil, dünyayla çelişiyorum. diyorum ki yavşaklık standartlaşınca, olması gereken de erdem mertebesine yükseltildi.

şaka bir yana. sen bir yana.

tahammül edebildiğim hiçbir şey yok, değil insanlara ikiye bile katlanamıyorum. ki ikinin ağzı var dili yok. bir şey söylediğimde anladığını düşündüğüm birkaç kişi var. şu an şuraya bir parantez açıp anlatmak isterdim. anlayacağınızı umarak. umduğumu anlayalı beri yapmıyorum.

değişmeyi hiç denedim, hep olmadı.
beni böyle kabul edin dedim.
al işte. beni böyle kabul edin'den daha kibirli bir cümle bilmiyorum, bu beni huzursuz, mutsuz, üzgün, kızgın yapıyor, haliyle heyecanlanıyorum, kan dürüyor gözümü.

işte kategori. beni böyle kabul edin şefkatle sarılırken, ulaşabileceğim bir mükemmellik kalmadı demek tekmeyle tokatlanıyor. anlaşamamamız beni çok kategorize etti.

"okudum, çok güzel kitaptı" dediler, çok duydum,"okudum, beni çok güzel yaptı" diyeni henüz görmedim. marangoz tezgahından geçmiş bir ağaç kadarlığımız yok, şu sayfalar arasında.

insan kendisine karşı pek naif, çok sevecen, hiç eleştirel, biraz nesnel, sonuna kadar haklı, karşısındakine karşı bu kadar bencil olmasaydı, diyecektim o çiftliğin çitlerini ben boyarım.

diyecektim ki dil sürçmelerini, çarpık dişleri, aksayan ayakları, parantez bacakları, utangaç insanları, kamburları, çöp gibi oğlanları, şişman kızları, kekeme orhanları, bıçak izli alınları, az çalışan kafaları, öyle düşünmeyenleri, ayağı kayıp düşenleri, benzerlerinizi ve dahi size benzemeyenleri de sevin.

diyecektim ki
ay ben bakmasam da orada.
bak masam da orada.
bakma sam da orada.
bak masamda mor ada.

12 Haziran 2011 Pazar

az önce en güneş görmeyen pencereyi açtım. az önce çok uçurtmalı bir havadan nefes çektim. az önce bir çiçeğin en kokmayan tarafına sarıldım. az önce bütün saksıların ahını aldım. az önce tozlu esvaplara sarındım. az önce parkelerden göğe asılı kaldım. az önce çok geç kalmış bir saatin hatrını sordum. az önce gelmek üzeridir diye bir sebep buldum. az önce çok bilindik bir sorunun kenarında durdum. az önce çok bağıran bir ihtiyaç duydum. az önce koltuk değneklerinden barakalar bildim. az önce bir felaketin kapısını çaldım. az önce sesi çıkmayan bir eve rastladım. az önce bir kitapla sırtüstü lafladım. az önce buraya bir kaç adım. az önce yarına bir kapı araladım. az önce takvimden bir yaprak aradım. az önce bulamadığım yaprağı yeşile boyadım. az önce bir yanılgıya kapıldığımı sandım. az önce görmeyeli çok değişmiş bir zamanı andım. az önce azı dişimi bir dişliye kaptırdım. az önce bir sızıntıda çatlak aradım. az önce koymadığım her yere baktım. az önce yer yarıldı, içine bir şey sakladım. az önce bir mavilik boy atsın diye bekledim. az önce eklem yerlerime mekanik hareketler ekledim. az önce kendime şurayı yasakladım. az önce yüzüme soğuk kapılar çarptım. az önce düşen bin parçayı rahat bıraktım. az önce bir yerden haber gelecekmiş de ben kalkıp gidecekmişim gibi baktım. az önce ne görsem iyi diye bir yere vardım. az önce en sağ elimi bir budağa verdim. az önce pek küçük bir parmağımı dağın köşesine vurdum. az önce ne olmamıştı unuttum. az önce çok aksayan bir dilek tuttum. az önce hatırlamalık bir şeyler yuttum. az önce kendimi hiç bakraçlı bir kuyuya ittim. az önce uluorta bir yerde yittim. az önce kayıp ilanlarından kendimi haberdar ettim. az önce kaybolduğumdan haberim yokmuşçasına eve gittim. az önce çok sanrılı dünlere olan inancımı yitirdim. az önce bütün küslükleri kaldırıp, yazlıkları şuraya indirdim. az önce en kirli yanımı suya daldırdım . az önce çok sebepten biraz yoruldum. az önce tanışmış mıydık diyerek bir hamakta salındım. az önce yeni bir düne başladım. az önce bir satırın başını okşadım. az önce satırdan parmaklarımı topladım. az önce ne olmuştu hatırladım. az önce en güneş görmeyen pencereyi açtım. az önce çok uçurtmalı bir havadan nefes çektim. az önce bir çiçeğin en kokmayan tarafına sarıldım. az önce bütün saksıların ahını aldım. az önce tozlu esvaplara sarındım. az önce parkelerden göğe asılı kaldım. az önce çok geç kalmış bir saatin hatrını sordum. az önce gelmek üzeridir diye bir sebep buldum. az önce çok bilindik bir sorunun kenarında durdum. az önce çok bağıran bir ihtiyaç duydum. az önce koltuk değneklerinden barakalar bildim. az önce bir felaketin kapısını çaldım. az önce sesi çıkmayan bir eve rastladım. az önce bir kitapla sırtüstü lafladım. az önce buraya bir kaç adım. az önce yarına bir kapı araladım. az önce takvimden bir yaprak aradım. az önce bulamadığım yaprağı yeşile boyadım. az önce bir yanılgıya kapıldığımı sandım. az önce görmeyeli çok değişmiş bir zamanı andım. az önce azı dişimi bir dişliye kaptırdım. az önce bir sızıntıda çatlak aradım. az önce koymadığım her yere baktım. az önce yer yarıldı, içine bir şey sakladım. az önce bir mavilik boy atsın diye bekledim. az önce eklem yerlerime mekanik hareketler ekledim. az önce kendime şurayı yasakladım. az önce yüzüme soğuk kapılar çarptım. az önce düşen bin parçayı rahat bıraktım. az önce bir yerden haber gelecekmiş de ben kalkıp gidecekmişim gibi baktım. az önce ne görsem iyi diye bir yere vardım. az önce en sağ elimi bir budağa verdim. az önce pek küçük bir parmağımı dağın köşesine vurdum. az önce ne olmamıştı unuttum. az önce çok aksayan bir dilek tuttum. az önce hatırlamalık bir şeyler yuttum. az önce kendimi hiç bakraçlı bir kuyuya ittim. az önce uluorta bir yerde yittim. az önce kayıp ilanlarından kendimi haberdar ettim. az önce kaybolduğumdan haberim yokmuşçasına eve gittim. az önce çok sanrılı dünlere olan inancımı yitirdim. az önce bütün küslükleri kaldırıp, yazlıkları şuraya indirdim. az önce en kirli yanımı suya daldırdım . az önce çok sebepten biraz yoruldum. az önce tanışmış mıydık diyerek bir hamakta salındım. az önce yeni bir düne başladım. az önce bir satırın başını okşadım. az önce satırdan parmaklarımı topladım. 

12 Mayıs 2011 Perşembe

olacağından değil de

diyelim ki.
mutlaka yaramazlık yok diye başlıyorum.
olsun isterdim,
olmasını istemenin temennisi
elimize tutuşturulmuş hiç değilse.
hep değilse hiçtir.
nitekim nitelikli bir yanışa kimse hayır demez.
bu tek göz yerde,
tesadüfe yer verecek kadar genişlik bulamıyorum.
tutuşmanın darası başımıza korunak. 

beni nasıl böyle kolay.

imgenin elle tutulur bir yanı olmadığından
dahası derli toplu gönderilemiyor hiçbir yere.
kağıda her şey dökülebilir,
bunu biliyorsun, bilmen gerekir,
bilmek yine kir,
çünkü bilmek belki bilinmedik bir şey olsaydı
işte o zaman bilinmezlik hiçbir sıkıntı doğurmayacaktı,
buna bir kısırlık atfedilmeyecekti,
bilmeyenler bilmeyişlerinden dolayı affedilmeyecekti,
af kendini bilmekle gerçekleştiremeyecekti,
gerçek kendini doğru bilmenin
ve hatta yalan olmamanın şekilciliğiyle tarif edemeyecekti,
bu şekil bizi konulduğumuz kabın
kalıplarından bağımsız bir varoluşla şekillendirecekti,
varoluş imkanı mekandan bağımsız
bir güzergah seyredebilecekti,
imkan bunu mümkün kılabilecekti,
aklımız başımızda kalabilecekti,
kalış gitmenin ötesinde bir reddediş sergileyebilecekti,
serginin ifade biçimi söylemezlikten daha etkili olabilecekti,
oluş temellendirilmesi gerekli
bir meseleymiş gibi düşünülmeyecekti,
bu düşünüş bizi iftirakı ve harabeyi,
derebeylerini, feodal bir düzeni, kıstırılmış bir yaşayışı,
fildişi kuleleri ve arşı anlamlandırma çabasına itmeyecekti,
itildiğimiz yerde denge ve dengeleniş ezberine tutunmayacaktık,
tutunmak bir sarkıntılık arz etmeyecekti,
merhamet dilenmeyecektik,
bırakılmalık hiçbir tarafımız kalmayacaktı,
kalışta sahiplenmenin bahsi geçmeyecekti,
geçiş bir art hevesi taşımayacaktı,
sonunu üşenmeyecektik,
bu üşenmeyişlik bizi sürekliliğin kaygısına bulamayacaktı,
bulanmaktan ve bulamamaktan çekinmeyecektik,
bu güceniklik adlandırılmayacaktı,
gönül alınmayacaktı, gönül verilmeyecekti,
ikame edilebilir hiçbir değer değersizliğinden ödün vermeyecekti,
ödül olmayacaktı,
kendini kendi olmakla gerçekleştiren hiçbir şey
övgüye layık görülmeyecekti,
bu görüşsüzlük bir zarar türetmeyecekti,
telafi kendini konumlandıracak bir mecraya meyletmeyecekti,
meyillerimizin arka planınca bir gerekçe türemeyecekti,
türeyişsizlik eksiklik bilinmeyecekti,
tamamlamak derdine düşmeyecektik,
düştüğümüz zaman kanın durdurulması gereken
bir şey olduğuna inanmayacaktık,
itimadımız bizi güvensizlikle eşlemeyecekti,
sorgunun akılcılığına kapılmayacaktık,
rengine aldanmayacaktık,
renklerin farkındalığına varmak bizi ötekinden ayrı koymayacaktı,
ayrı bir hevesle istemek sınır ihlaline sebep olmayacaktı,
sebepten öte illetten mücerret bir paylaşımı
dayanaksız kabul edebilecektik,
ikrar bizi dayanaktan kendimize verdiğimiz
bu rahatsızlıktan alıkoyacaktı,
alıkonma bir tutsaklık belirtmeyecekti,
belirlilik bir fırsat avcılığına dönüşmeyecekti,
içmeyecektik kimsenin kanını,
deniz suyu içtikçe susamak ve kanmamak olmayacaktı,
susuzluk bir arayışa gebe bırakmayacaktı,
bu bizi isteklerimizden arındıracaktı,
bu arınış her şeyi hafifletecekti,
yaşayış ağırlık barındırmayacaktı,
endişeye kapılmayacaktık,
kurtulmaya çalışmayacaktık,
vakit öldürmeyecektik, çaba sarf etmeyecektik
zayıf düşmeyecektik,
adem’in kemikleri sayılmayacaktı,
güçlü olmak hasıl olmayacaktı,
asalet bilinmeyecekti,
gibi durulmayacaktı,
defterimiz dürülmeyecekti,
bunun için fırsat kollanmayacaktı,
kollarını açmak açıktan sayılmayacaktı,
elde edilmişlik hissi uyandırmayacaktı,
çantada keklik vurulmayacaktı,
ulaşmış olma gözümüzü bürümeyecekti,
ezip geçmeyecektik,
azımsamayacaktık,
çok görmeyecektik,
bir görebilseydik ne vardı,
ne vardı bu tutuşmuşluk küllüğe dönemeseydi,
düşmeseydi, savrulmasaydı.

beni nasıl böyle kolay.

çünkü dilinmeyi istedim.
bu her şeyi kolaylaştıracaktı.
yedikleriniz lokmaya gelecekti,
kursağın lafı bile edilmeyecekti,
çırpına çırpına sulardan geçilmeyecekti.
fazla bilgi beni bunaltıyor.
hem insanlığımızın sadece
yüzde bilmem kaçını kullanıyormuşuz.
bir düşünsene eş zamanlı,
tam randımanlı bir insanlık işleyişini.
oysa biz içimize dönünce
kapıyı kapatmayı ve sürgüsünü
çekmeyi ihmal etmedik.
çünkü insanlıkla alakalı
en ufak bir düzenleme hafif kusurdan
dahi sorumluluğu kapsamaz.
kalp kapakçıkları açılınca,
sel basar korkusu,
hepsi bu.
her şey tamam,
bir şey eksik.
birin tekliği değil de
bütünlüğü akla getirdiği bir dünyayı hayal etmek isterdim.
hayal etmekten haya ediyorum.

beni nasıl böyle kolay.

hiç duru hissetmiyorum.
ellerimi ayırıyorum ellerimden;
elimde kalmasından korkuyorum,
o kıymık yine aklıma geliyor,
sağır kanamalı bir düşkün için
bir anma merasimi en azından
en azından kırıklardan bir kır,
bir bahçe kokusu
bir umursayış belirtisi
bir olura ölürüm
biraz da benim için üzülün.

beni nasıl böyle kolay kırıyorsunuz ve
nasıl kolay diyorsunuz
bunda ölünecek ne var.

“darıdan ufağım da

dünya sığar içime

12 Nisan 2011 Salı

savunma

-güldüm kendime kızdım-
beni de. sınırlandırlar. hatta sınırımın noktalarını aldılar. görüş cümlesi

farkına varamadığımız, yanı başımızda duranı fikrini beyan etmediğinden yadırgamamızdır. aramızda, dünyanın tepsi şeklinde olduğunu konuşmadığımızdandır. şurdan gel buraya var, yaşarken herşey görüş tüğü gibi değil.

bağırsak değilse de bana da kelek attılar. sorunlandım.

fılaşbek: seni de seviyordum.

bak şimdi ben ruhumun arkasına saklanıyorum. aciz olanı gücümüz yetttiği için sevdiğimiz gibi bu halimi öne sürüyorum. burdan kendine ders çıkar üstadım, ruhundaki yaraya bir merhemdi iplemesen de yakınlığım.iz. çoklukla kalıyor.

yazdığını sevdiğim, can cana değecek diyedir umduğum, arkasında durduğum.san ıp al dığımız burası var ya bu umutla bağlıyor birini sana.

birini kaldırırken göğe, ne kadar kaldırırsak çakılışının o kadar oturaklı olacağını bildiğimiz kozunu elimizde bulundurmayı aklımızdan hiç çıkaramayız.

inanmazsan bak: insan.

ve yükselişimizin çakılışını hesap etmediğizdendir havadarlığmız.

inanmadın sen bir daha bak: insan.

hevesler geçiyor. sonradan sahi sen hiç üzülmedin mi külüne bakıp yanmanın yanış olarak kalmamışlığına. bu zeka bu bilgi bu yalayıp yutmuşluk virgül sarfiyatına neden oluşluk. üzüntü akılla kavranamaz, o yüzdendir ağlayana kolarımızı açıp sarılışımız.

4 Nisan 2011 Pazartesi

adam olsaydım

adam olsaydım ben, dünya bambaşka bir yer olurdu. görüşgah.

abanmayı gerektiriyor birindeki eksiklik. hiçbirimiz kendimiz olmazken hep ağzımızda külü düşmek üzere olan bir sigara gerçekliğinde "ben olsaydım"lar. düşürülüp kirletiliyor gerçeklik. öznesi bırakılıp gidilmekten ibaret o adam, çatısında edilgen fiiler. ben olsam tutardım, ben olsam sarardımın röntgeninde benim yapamadıklarımı da sen öde teşhisi, benim bencilliğimin ceremesini de sen son nefes gibi çek, çeksen ne var kuşkusu.

içtenliği kayıt altına alamayan bir dünya yaşadığımız. tartıya gelmiyor samimiyet. doğru bildiğimiz, sonrasında en doğru diye itimat ettiğimiz şey an gelip sen bunları ciddi mi sandın'a dönüşüyor. herkeste bir şaka çuvalı. şakaydı o. bu? bu da. budanıyor örtüsü inanabilmenin.

o şen kahkahaları benim görmüyor olmam ve hatta kahkaha atmadığına inanıyor olduğumu sanman, sanmam için çabalaman. yani akla düştükçe keder veren şey, gerçekten keder midir? yoksa keder dediğimiz kefli icat, bir biçim mi olmalıdır tam da hayatımızın ortasına oturtmamız gereken. dünyayla meşguliyetimizden artan kalan zamanlarda bizi düşündüren şey ne kadar bize ait? ne kadar yaşamamızla alakalı? kederin hakkını veremezken talep ettiğimiz huzur ne kadar nadan.

ben adam olsaydım üzüntü bulaşmazdı lokmaya. bir dalgınlık sarmazdı kimsenin gözünün ferini. tadı tuzu kaçmazdı akşamın. gözü pek bir adam masanın sandalyenin hesabını yapmazdı.

gözümüzle algıladığımız
gözümüze tapışımız
ard nedir bilmeyişimiz
tüm hesapları yapmış olmak
ölçüp biçip tartmak
kıymete bindirmiyor bizi.
gördüğümüz yalanı
görmediğimiz hakikate yeğ sayışımız
mütekabiliyetsiz bir isteği
görmezden gelişimiz.

adam olsaydım çayın demi, yemeğin tuzu. adam olsaydım sizin hep kendinize yontuşunuzu da görmezden gelirdim. "ya onun düşü?" demenizi beklemezdim. sizin olmayan eksikliğiniz, her şeye karşı koyabilmeniz, benimse boyun eğişim.

-onbir meridyende sürgün keder ve ibrişim-

31 Mart 2011 Perşembe

sandığın gibi değil

zeytin çekirdeklerini saymayı eğlenceli bunuyorum, böylesi geçiyor vakit.


kokudan, şefkatten, babamın ördüğü saçlardan yapılı.
öyle bir ferahlık ki, gözüme bile bu kadar inanmıyorum,
aynaya bakarken
bile, ayna bile karşılıksız kalır diyorum.
farkettim ki sesim sadece insan gibi,
sesim yaşıyormuş gibi sadece,
ölünün konuştuğuna bir delilmiş gibi sadece,
onunla konuşurken sadece.
bunun üzülmesin diye olduğunu bilmek,
o üzülmesin demek için ağzımı,
konuşurken etimden ısırıklar alarak.


olayın nedir senin abi?
işte ne bileyim böyle akşamları çay eşliğinde bir ütopya, bir olacaklık
yemeden duramıyor insan. bir dilim kakaolu ekmeke hayır diyemem doğrusu.
kakaodan ve zencilerden, saçlardan ve
anlıyorum sizi demekten.
kendime anladığımı anlatmaya çalışmaktan.
kendime yetenek seçiyordum, hiç unutmam.
makaslıktan, kağıtlıktan ve taşlıktan öte.
kapsayıcı bir şey hayal ediyordum.
sevilme telaşına düşünce mesela,


insan
bak tamamlamaya bile fırsat bulamıyor.


çözüm yolunda yapıcı davranıyorum bir gün.
oturmuşum bir ağacın altına.
vapurlardan duvar, denizin önünde.
biri geliyor kusura bakma birini bekliyorsun sanırım
ama diyor şu poşetleri taşımama
yardım eder misin. onca insan arasında beni seçmesinden
bir seçkinlik atfederek kendime, kendime
bile davranmadığım kadar kibar, saatimi yoklayarak,
kendime alelacele bir telaş yakıştırarak tabi ki
diyorum. ödüm patlıyor birini beklemediğim anlaşılacak.
yükleniyorum, can evimden minibüse taşıyorum
tamam bundan sonrası ben hallederim diyor.
bu görev bu birini beklerken bile yardım
aşkı, bu kibarlık beni öldürmek üzereyken nerdeyse
üste para ödeyecek halde kimseyi bekletmemek
için kimsenin beklemediği yere dönüyorum.
oflayıp pufluyorum, gelmeyecek heralde diyorum,
etrafıma bakıyorum. sağa bakıyorum. denizden çıkabilir mi
acaba diye o tarafı bile yokluyorum. göğe bakıyorum,
damlar şimdi diyorum. gelen giden yok.
sevilmeyen biri olduğumu kimse düşünmesin.
bir aksilik çıkmış desinler, e malum trafik diye akıl
yürütsünler, belki de unuttu,
belki de gelmek üzeredir desinler diye,
bütün numaraları çeviriyorum.
herkes beni izliyor biliyorum.
kimsenin geleceği yok, manyak bu diyorlar duyuyorum.
düşün bu nasıl bir perişanlık, yolda, otobüste,
asansörde, ilk fırsatta permuarımı yokluyorum.
siz gülmekten ölün istemiyorum.


diyelim ki çıktı.
cami yaptırırım abi,
ihtiyacı olanlara dağıtırım.
anket yaparım abi. derim ki nasıl yani,
nasıl karar verdiniz.
tekten seçmeli çok soru sorarım,
bana bunu açıkla, açıklarım senin olsun.
beni hezimete uğrat.
bir çağ düşün ki babana bile güvenme derken,
kendine güvenen insanlara birer krallık bahşediyor.
beslenmenin zeka üzerindeki etkilerinden ziyade,
yediğiniz içtiğiniz hatta sizin olsun,
bana ne gördüğünüzü, size ne gösterildiğini,
hangi tozlu sırrın çırpılışına şahit olduğunuzu,
gerçekliğin hangi çıplaklıkla,
bilmem hangi pozisyonlarda önünüze serildiğini.
bu değirmenin suyundan, bu burnun marsı gösterişinden.
şöyle hanımı, çocukları da alıp bir güzel.


ben çocukken, parmakla gösterilen bir çocuk
olmak gözde idi. ama mesela vitrinde bir şeyi parmakla
göstermek ayıptan sayılırdı.
gün geldi insanlar birbirini orta parmaklarıyla selamlamaya başladı.
kimsenin ayıbını göz önüne uzatmak istemem ama bak
ayıptı baba yanında ayak uzatmak.

bir adam, saçlarıyla sakalı
kazandığı parayla aldığı peynir gibi beyaz.
belki çok peynir alası gelmesinden,
isterken beklemesinden,
sabırdan ümitten.
onca yaşa rağmen koca koca çuvalları
yüklemesinden.
susma sesinden,
bildirmemesinden.


dahil duhul öyle dehil ve kavramların
kavrandığı yerde, saplı bir muz kabuğu mesela
özgü bir ses yakalamak derdiyle,
sanki susmamak geçerli akçe.
herkes kendi olsun abi.
herkeste sanki kendiliğe imrenilecek bir ben varmış gibi.
yerde ekmek görsem öperim.
tutar kaldırırım. silerim abi gözyaşlarını.
birini görsem, tanık yazarlar diye uzaklaşırım.
bu hamak.
iyi olmakla kendini iyi hissetmek arasında gerili.
yüksek gerilimli ve
hep kendini iyi hissetmeye meyilli.
üzülmez olur muyum, tabi ki ben de üzülüyorum,
mesela sümüklü çocuk fotograflarını, yalın ayaklıları
bu anı ölümsüzleştireyim diye,
her fırsatta yazık demek için,
ama yine iyi olmak yerine
iyi hissetmek için. bir gün bir ingiliz
bir alman bir fransız, bu dünyada
iyi bir doktor, iyi bir avukat,
iyi bir muhasebeci tanıdığın olacak abi demiş.


insanlık denedim, beğenmedim.


karnıma biri yumruk atacakmış gibi
hazırlayıp kendimi, tutarak nefesimi
hep uzaktayım ama
bir gun bi telefon gelecek
gelmen lazım, hasta diyecekler
gittiğimde ölmüş olacak.
o an unutacağım aldığım nefesi bırakmayı.
çünkü soluklan hele diyecek kimse kalmayacak.

27 Mart 2011 Pazar

sevgili ördek

savgılı ördük
kim ne derse desin, nasıl bir söylem kurtarabilirdi söyleyenini direksiyonu kırma şansını bize vermiş olmasaydı.

gözümde şiş.

bir de ayrıca ve hatta, aslen sadece itin dirseği denk geldi.
gayda gibi şişti.
uykusu gelmesin kimsenin diye atlamadan şu çiti demeli, söylemden elbet vahiy olur.
kelime türeyecekse köküne bakacaktık, anlamlı en küçük parçasından türetecektik vah ki ne vah.
kazıdan dil bulgusu da çıkar, bilgi olur.
duvarı tokatlayan ayıdan tarihi alıntı da yapılabilir elbet. ilk uygarlık bu hayvancağızın ellerinden töredi. törenlendi sonra.

hocam bu denklem hayatta ne işimize yarar?
defol pis öğrenci
derste konuşulmaz.
bırak dersi buraya gel.
burada bu parkta.
tahterevalli de güzeldir de el ele tutuşması zor olur elbet.
hem isim kazıması zor olur ve bir kazıda tarih sizden söz edemez.

tarih bizden neden söz etmeli?

oysa şimdi adını hiç duymadığımız, varlığını bilmediğimiz bir adamın ördüğü duvarın önünde fotoğraf çektirebiliyoruz.

adın batsın. bırak anılsın bu duvar. adım batsın
içine, derin. adam gömülsün.

biz de iyi bilirdik, gömmeden hemen önce dolabı.

birazdan kana vurgu yapan bir cümle gelecek.

fikir değiştirmek insan hastalığıdır alsa nasebep.
sebepsizlik kırmızı olmaz, dikkat çekmez çünkü.
domates tezgahlarının üzerindeki al branda elbet aldatacaktır.

öpmeden hayranlık duyabiliyoruz, gözden tat alma organı türetebiliyoruz.

bu kadar çok aynaya bakıp, kendini görmezden gelen bir yaratılmış daha var mıdır? göz ilah, ayna insan yapımıysa suçu kime atmalı, içimize dönemiyorsak?
baca temizleyicilerini diyorum, evimizin tepesine çıkarttığımızdan beri, elbet bizdeki karalık unutulacak. başımızın üstünde durmalıydı onlar, çatıya çıkarttık.

allah'ım bir melek.
yarsın vallahi sesim çıkmaz döşümü, çıkartsın.
melekten elbet baca temizleyicisi olmaz.

baca kirli, kir arınır suda. yoksa yoksa, evet ördek,
hakkını elbette vereceğiz.
-suyun sızladığını bilmeyenler, taşın kırıldığını nerden bilsin?-

selim abi bak sana ne diyeceğim.
ay ben bakmasam da orada.
bak masam da orada.
bakma sam da orada.
bak masamda morada.
ay deyince yumuşayan insan dede ekleyince nasıl aslına döner?
eşek etme sevdası yadırganamaz, yabana atılamaz diyecektim yanlış oldu. yüklemeyi seviyoruz çünkü.
yüklenmekten eşek olunmaz bari bunu yüklen.

bu cümlenin yükleneni yok hocam.

hayırdır, kim ola bu saatte demek aklıma hiç gelmedi, aklıma bir şey gelmişken. zili karna kim taktıysa allah ondan razı olsun.
la fonten elbette biri okusun diye insan mektup yazar. kimse okumayacak, okumasın diye yazan adamın akılsızlığından şüphe ederim zira.

lan akılla yürüyecek iş mi bu?

bak hele.
ailemden baskı görüyorum dört öğün patates.
saçlarını tara dediler bir sefer.
nerdeyse diş fırçalatacaklardı duvara vurup dökmeseydim hepsini eğer.
eve erken gel diyorlar, nerde kaldın fırçası atmadan önce tuvale. te ebesinin nikahı hatta.

oysa sen öyle değilsin.
özgür özgür sıçabiliyorsun sokağa.
iniş çıkış saatin yok dünyaya.
her yaz bodruma gidiyorsunuz oh ne ala.
bir de izi olmasa bokuninin.
babasıyla oturup karşılıklı çorba içemeyen adamlar var, ne boktan.

şerefe baba.

hangi noktalama işareti gelecek araya bulamadım da şunu diyeceğim; sende gönlüm olduğundan kulağım sende. sesin iyi geliyor alçağa . baba ne olur inme hiç şerefeden aşağıya.

sevgisini diğer tarafa bıraktı ne demek be abi? neredeyse ben de inanacaktım buna. bu dünyada seveydi çayı, hatta şekerli.

münker nekire soru hazırlamak saçma belki ama-

ona bak: gül yüzlü zebani olur mu? bana bak: günah çuvalıyla cennete girilir mi? şu feleğin işine bak: cennetle cehennem arasında meksika sınırı var mıdır?

şu okul, şu askerlik, haftasonu bir gelseydi, yatak odası takımı üyelerinin bonservisi bu denli yüksek olmasaydı, şu t
a
k
s
i
t
bir bitseydi, emekleseydim başa dönüp, sona gittiğimde.
zaman hızı yanına almış akıyor.
vakit bir türlü türlü geçmiyor. bir geçsek şu ardı arkası gelmeyen sınırdan ne var?
bak, ne var derken bile sonrasının telaşı.

hayatı boşa geçirmenin
o değil de ara verince bak çok yer kaplıyor. hayat katlanılmaz değildir be yav, katlanılamazdır. ve işte böyle ara verince bak çok ver tutuyor.
ergonomik değildir herhalde.

es geç, nereye geçeceksen.

yani anlayamamamdan bahsediyorum hiç olmazdı diye selim abi.
dünyada hangi insan her cümlenin arasına sıcak kelimesini en çok koyuyordur bunu istatistik bilimi açıklayabilir mi, onu soracaktım sana yarın. bir de insan bazen rahatlar ya abi, öyle klozet kapağı düşmesin ama aklına, başka türlü rahatlama. bazen bazı insanlarla konuştuğumda bu oluyor bana.

parfüm kullan. sözlerden daha etkili, sözden anlayan kız yok ki artık. deodorant kullan, parfüm kullan, jöle kullan. daha etkili demiştin de

üç beş tane söz kestim karşılamak için. o da işe yaramadı. mundar ettik anlayacağın.

kastım.
evet haklısın diyen beynine yay takayım.
kast için akli denge şarttır. ben nasıl kastedeyim diyecektim.

taksirle oldu bunlar.
iksir kafi.
aksır ki çok yaşa.
gözümü açayım ben de.

18 Mart 2011 Cuma

bozuk var mı

ağır konuşma bozukluğu. yaşıyorum buna bozukluk atsana.

ve laf ağızdan çıkar.
ağzımı bozdurma.
laf ağızdan bir kere çıkar.
özür dilemeyeceğim.
taş yuvarlanacak, yosun küsecek.
dağın haberi olmayacak.
görüşmecimin yeşil soğanı kokacak.

ne münasebet.
evet efendim.
her şey bir red ile başlayacak.
seni diş fırçalamak kadar özleyeceğim.
ağız kokumun bedelini burnuna ödeteceğim.
bir olura ölürüm ben.
ağzımı bozmayacağım.

ben kendi cebimden ödedim
gülücüğümün bedelini.
kimse biçmesin kendine paha.
çark etti fark
görmezden mi gelmeliyim.
aynı dar
aynıdır yani
baktığınız açı.
kimse yalandan ölmez
çünkü en sahicisi ölüm.
külde bir ateşlik vardır en nihayetinde.
bir yanışla yani
yanmışlığa kavuşmuştur.
kül olmuştur.
kendini kul bilmiştir.
hal öyleyken böyle
bir kuple kablo olmaz mı
aramızda bu sahiciklikle.

en çok onaylanmayı seviyoruz
onaylanmanın sevildiğini bilerek
körler
körelmiş ağırlar
ağrılar
harf düşmesi
dudak büzüşmesi.
ya küserse dünya bana.
aman allah'ım burası nasıl tenha.
kendimle başbaşa kalırsam
hiç olduğumu anlarsam.
alkışlamalı beni dünya
kendi sesimi duyabilirim yoksa.

amuda kalk
armudun sapını göreceksin.

-oh baby baby it's a wild world-
do si la sol fa mi do

-yaşamaklı musa'nın yaşmaklı öküzü ho-

15 Mart 2011 Salı

ikircik

yani sallantı. muallaktır muhakkak yani.

gerek yok
yokmuş
yokoluyor

-vurdular ah seni,
ah tak tak, ah tak,
kopardılar ah seni,
ah bir bak, ah bir bak
kalbinde ah eksik,
ah tik tak, ah tik tak
yanıyor menekşem, alev alev ağlayarak-

dünya büyüdükçe içine gömülüyor.
gömülsün
kıpırtısı neyinse içerdekinin
ölsün

birazdan kurtulacağım her şeyden
kanat takıp sürünmeme az kaldı yani
yani az
az kaldı tutuşuyordum
hevesten

düşe/yazdım
nimetle şaka olmazdım
olmazdım inan beş dakika
umursusamıştım
yalım, çanağım, köpekliğime sırnaşmıştım
olmazdım yoksa böyle deniz seviyesi
esi, boş geçmesi
toparlayana
toparlayama
aşkla nefret arasındaki ince çizgiden bahsederken
severek yiyeceğin dondurma yere düşünce üstüne basarsın ya
işte öyle demiştim işte öyle
soğukluğum, düşüşüm

bana da dedim bir maharet
ki üstüme yoktur gecenizi mahvettim demekte
hayatınızı mahvetmekte böyle bir maharette yani
yani üstüme yoktur
yani kat mülkiyeti, inşaat izni
allahım bu nasıl bir ödül
saklı pay, iştirak
ümit verme de üstüme yoktur
yok oldu
öncesi yoktu yani varoldu

gerek yok
yokmuş
yokoluyor

siz kimsiniz
kimsiniz hayatımın orta yerinde
-bahar mı deseydim-
orta yerinde böyle mahvıma
mahv dediysem
gördüm ölüyordu insanlar
yani bunları da
çocuklar yalın ayaktı bunu da bildim ama
yani bir tutacak deyim
hayatı tutmak lazım ama elin yanınca işte
işte bir tutacak
bir tekrar işte
bir yüzü kara bilahare

işte şişeyi saldığım bu deniz
bir kıyı
umudu yani
yani kapağını ömrümün kapatıp üstüme
tıngır mıngır
hüngür hüngür
yani çıplak, burasını unutma
bir balık, ah yunus ne şanlısın
ah av mevsimi
kalbimin çatından çatan, sonra alnımın ter atışları
işte bu deniz nasıl uzak
nasıl kıyıya

uğraş sahibi olmak yani
değiştirmek çizgini
bu kadar meşguliyetisizlik fazlaydı yani
kaşıntı de kurtul
ah necip
ah dokuz, bir ve pul

yo bebo y bebo y bebo para olvidarte
yo duermo y duermo y duermo para no pensar
iç tabi, iç ki kanasın
yani -kanıyor kızılından yıldızlı geceleri,
dalından koparılmış baharın çiçekleri-

gerek yok
yokmuş
yokoluyor

müsaitim gel
gel ve yanlış anla
yanlış bağışla
gel ve
neyi sarınmak istiyorsa yani sevecenlik
yani

yani bugün sahteliğim her günden fazla
merhaba dedim o derece anla
merhana dedim bu gün burada
yani toplana toplana
-Satıver anasını anâsır mı olucan-
imkan verilse yani
yani birikmiş
ikircikmiş
ikircik.