28 Ocak 2016 Perşembe

Bunun konumuzla ne alakası var?

İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur diyorlar. Bundan büyük felaket bilmediğim gibi bunun verdiği endişeden daha acı bir şey de düşünemiyorum. Düşün, ilkokula başlamışım, beslenme saati diye bir şey var. Sanki lüks bir restorana oturmuşsun da hangi çatalı önce kullanacağını bilemezsen, yemeğini önünden alacaklarmış ve sen açlığa mahkûm olacakmışsın gibi bir yabancılık. Daha ilk gün, beslenme çantama annemin koyduğu zeytinleri, ekmeğin arasına doldurup yeni tanıştığım bir arkadaşımla okulun bahçesine çıkıyorum. Sonradan öğrendim, beslenme saatini sınıfta geçirmek gerekmiş. Dünyadan haberdar olmak nasıl mühimse, sokakta bir şeyi kaçıracağım düşüncesinin yaptırmayacağı şey yokmuş sanki. Büyük abim, acayip kızardı, sokakta bir şey yiyip içme meselesine. Görünce fırçayı basardı. Ki abim bu konuda, oldukça göz dolduran ve korkutan bir yeteneğe sahip idi. Bir sefer yarım ekmeği dişleyerek sokakta dolanırken, aniden karşıdan belirdi. Hayatta kalma refleksiyle, yarım ekmeği, süveterimin altına sakladım. Abim yaklaştı, hal hatır etti. Yarım ekmeğim, süveterin içinden düşüp kendini açık etmiyor ama dikkatlerden de kaçmıyordu. Ne var orada diye sordu abim. Elimi süveterin altına götürüp ekmeği çıkardım. Yüzüne bakamıyorum, zaten boyum bir metre, ekmeği kesiyorum ben de. Hadi git evde ye onu dedi. Kızmadı diye o kadar şaşırdım ve sevindim ki ekmeğin içinde birden bolca sürülmüş çikolata belirdi.

Sanırım o zamanlar açılmaya başladı, hayat pergelinin bir ucunun diğer ucuyla arasındaki mesafe. Evde muazzam bir tertip ve düzen, dışarıda her gün kavga. Sabahın köründe evden çıkıp, sokaktan el etek çekilinceye kadar dönmüyorum. Arada bir ekmeğin arasına bir şeyler koymak için uğruyorum eve sadece. Gerek kendi mahallemizdeki, gerekse civar mahallelerdeki çocuklarla kavga etmemiz için, karşılaşmış olmamız yeterli bir sebep olarak görünüyor. Zaten büyüdüğüm yerde kavganın eksik olduğunu hiç görmedim. Zibidi diye tabir edilen adamlarla aynı havayı soluyup, etkilenmemek mümkün olmasa gerek. Diğer taraftan büyük iki abim, mahallenin okumuş tek çocukları. Hem okumuşlar, hem de eve kitap almışlar. Haliyle ondan da etkilenmiş büyüyoruz. Henüz on üç on dört yaşında, ya memleketin bütün serserilerinin bir şekilde müdavimi olduğu atari salonuna gidip,  göz gözü görmez bir dumanın içinde üç jeton alıp saatler geçiriyorum, ya da bir binanın ikinci katındaki kütüphaneye gidip kitap okuyorum. Platon'un Devlet'ine ilk orada göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi ayrımlar, her iyinin hoş olmak zorunda olmadığı gibi, her güzelin de iyi olmasının gerekmediği gibi enteresan fikirler aklımda dönüp duruyor. Bir yere konumlandırabildiğim yok ama enteresan geliyor. Sonra dışarı çıkınca, yine kaçınılması mümkün olmayan bir şiddet sarmalının içinde buluyorum kendimi. İçimle dışım senkronizasyon sorunu yaşıyor. Evde şiir okuyup incelttiğim ruhumu, dışarıda bir canavara dönüştürmek zorunda kalıyorum. Lisede, daha biraz önce yan sınıftakilerle kafa göz birbirimize girmişiz, hoca sınıfa gelince oku da bir şiir dinleyelim diyor. Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun diye sayıklıyorum. Spor salonda kum torbası dövmekten, kaval kemiklerim beton gibi oluyor, akşam yatarken ney taksim dinlemeden gözlerimi kapatmıyorum. Bir taraftan, kara çocuklarla futbol oynuyorum. Diğer taraftan da daha beyaz sayılabilecek arkadaşlarımla basketbol sahasında koşturuyorum. Bazen küçülüp bir kuş gagasına susam oluyorum, bazen kıymetimden kendimi koyacak yer bulamıyorum.  Şimdi de yetmişine gelmeden biraz değişsen diye kendime tavsiyede bulunuyorum, sonra, ulaşabileceğin bir mükemmellik kalmadı diye kendimi teskin ediyorum. Konuşmayı beceremem dedim diye, küfretmekten de anlamam sayılıyorum. Bir yere girince fark edilmedim diye, fark da yaratamam sanılıyorum. Sanma ki kendimi ele veriyorum diye, seninle eşit olmuş oluyorum. Belki biraz burun sürtülmesi lazımdır bana. Ya da parlak zihnime birazcık daha cila. Bu uyaktan haz etmiyorum. İçimde müthiş bir yazma arzusu duyuyorum, dışımdan ben şimdi bundan niye bahsettim ki sorusunu soruyorum. Evde yakışıklı diyorlar, dışarıda da kendimi öyle sanıyorum. Bazı şeylerin farkına vardım ama hala kendimi, "Selam, ben annemin en yakışıklı oğluyum" diye tanıştırıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder