7 Ağustos 2012 Salı

“Bazı Kağıt Fareleri İçin Kesinlikle Bir Cehennem Vardır”


Selam. Adım Ömer. 27 yaşındayım. Bildiğin eşek kadarım. Duygu tercümanlığı yapıyorum. Nicelerinin dilinin ucuna gelip de söyleyemediği hisleri, sürekli karşılaşıp da tarif edemediği durumları münasip bir dille anlatıyorum. Takdir ediliyorum, ilgi görüyorum, imreniliyorum. Tabi bu birden bire sahip olduğum bir şey değil, bunu yılların birikimi sağlıyor. Bu birikimin başında önemli iki şey var ki  söylemeden geçemeyeceğim: bir boş vaktim, iki farklılığım. Ben de sizin gibiyim, ben de sizdenim dememi bekliyordunuz değil mi? Ölünüzü öperim, yine de öyle bir şey söylemem. Anlatınca hak vereceksiniz ya da dinleyince ya da anlayınca. İlkokula altı yaşında başladım. Çünkü çok zekiymişim. Yani bizimkiler okula göndermeyip iki sene daha bekleseler, ortaokuldan başlayacakmışım öğrenim hayatıma. Kendi kendime gelin güvey olmuyorum tabi ki, konuşurlarken duydum "maşallah çok zeki" dediklerini. Ki hala kulak misafiri olurken edindiğim bu bilginin sorumluluğunu taşırım. İlkokula başlamamın üzerinden yedi-sekiz ay geçmişti ki okuma-yazmayı öğrendim. "Öğretmenim bu bir rekor mu?" diyebilirdim ama tevazuumdan ödün vermedim. Kurdeleler mi dersin, karneler mi dersin, neler neler serdiler önüme. Türkçeydi, matematikti, hayat bilgisiydi derken bir baktım Meydan Larousse olmuşum. Bu başarılarımı harika bir sonuçla taçlandırmalıydım, başardım da. Beş yıllık okulu tam beş yılda bitirerek yine dikkatleri üzerime çektim. Bu aynı zamanda, benim dünyanın en saygın ortaokullarından birine de gidiş biletimdi, bindim gittim.

Saçların hafiften taranmaya başlandığı, gözlerin orada burada dolandığı zor yıllar beni bekliyordu. Kazasız belasız, siftahsız atlattım. Üç yıl sonra mezundum. İnsanları mükemmelliğe alıştırmanın da bazı olumsuz neticeleri vardı, bunu biliyordum. Harikan berbat, mükemmelin vasat sayılıyordu bir süre sonra, alıştım da. Liseye başladığımda “okuma-yazma çok iyi, “konuşma iyi” düzeyinde Türkçe biliyordum. Ömer Seyfettin’in bütün hikâyelerini okumuş, Orhan Veli'nin bütün şiirlerini ezberlemiştim. Az zamanda başardığım bu büyük işlerin kıvancıyla, bıyıklarımı terletmeye ve jöleye başladım. Kızların gözdesi olmamam için hiçbir sebep kalmamıştı, kızların akıllarını başlarına almaları gerekliliği dışında. Şu kız beni kesiyordu, öteki seviyor söyleyemiyor, bir başkası sevgisini “salak” diye ifade ediyordu. Ulaşılmazlığımın insanları sevk ettiği yollar farklı olsa da, ta o zaman biliyordum ki bambaşkaydım. Ve şairdim, evet. Günde üç dört tane şiir yazıyor, okumaya doyamıyor, dünyaya meydan okumaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir taraftan okul, bir taraftan cemiyet hayatı derken ufaktan ufaktan kendimi yıprattığımı fark ediyordum. Kendimi bıçak gibi kestim. Okulda sessizleştim, "neyin var" diyen kızlara karşı yüzsüzleştim. -Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz/ ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım, siz beni ne anlarsınız siz- Lakin bu derinliğin öteki yüzünde ilgilenmen gereken meseleler, yapmam gereken çılgınlıklar, anlatmam gereken haylazlıklar vardı. Bir kere hocanın birine laf soktum, çok kıyaktı. Anlat anlat bitmez, öyle yani. Kravatı nizami takmamam bir Tiananmen Meydanı havası katıyordu etrafa, böyle şeyler uluorta söylenmez ama. Her güzel şey gibi bitmesi gerekiyordu ve bitti.

Lise bitince üniversite diye bir şey olduğunu öğrendim. Dehama yakışanı yapmalıydım ve ertesi sene üniversiteyi kazandım. Babam bir "hayırlı olsun" dedi. İlahi baba, şu kadar basit bir olay için bile oğlunu böylesi müthiş hediyelerle şımartıyorsun ya, daha ne diyeyim ben sana. Sırtıma bir çanta alıp, kayıt yaptırmaya gittim. Okul önünde annesiyle-babasıyla sıra bekleyen "üniversiteli" çocukları gördüm ve "okul başlayana kadar büyürsünüz inşallah" diyerek memlekete döndüm. Sonra bir şekilde başladı okul ve bitti. Üniversitede yaşadığım; çaydanlıkta makarna pişirmek, canlı müzik dinlemeye gitmek, kafelerde kız kesmek, ay sonu para yatsa diye beklemek gibi maceralarımın canla başla merak edildiğini biliyorum ama şimdilik sadece çılgınlıklarımın ipucunu vermekle yetiniyorum. Dört sene sonra çıkışımı aldım ve işe başladım. Haftanın en az beş günü, günde en az sekiz saat, o parti senin bu parti benim, röportajlar, çekimler, söyleşiler, etrafımda huriler, en az ayda bir maaşlı bir hayata giriş yaptım. Kiramı, faturalarımı ödüyor, karnımı doyuruyor, peşin fiyatına taksit var mı diyerek alışverişlerimi yapıyordum. Toplumda kolay kolay kabul görecek şeyler değildi, aykırıydım ama sanatçı kişiliğimin, farkındalığımın, yaşanmışlıkların önüne de geçemezdim. Memleketin yüzde altmışı aptal olduğu gibi, aynı zamanda koyun sürüsüydü ve uyuyorlardı. Haber sitelerine girip "Uyumayın millet, gelmeyin bu oyunlara" gibi yorumlarımla ülkemin aydınlık geleceği için çağdaş yaklaşımlar yaptım. Kimsenin görmediğini görüyor, kimsenin kavrayamadığını kavrıyor ve bunu ustalıkla dile getirebiliyordum. Gerek fikirlerim, gerek saç modelim olsun nice gönülleri fethetti, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Sonra başka başka mecralara kayarak zekâmı, yeteneğimi ve bilgimi insanlığın faydasına yok fiyatına sundum. Fikirlerimi kitaplaştırmadan önce satırlaştırdım ve felsefemin demosuyla playlist’lerde taht kurdum.

Bazı cümleler vardır bilirsin, gediklerin aranan ismi olur. Sanırım peşimde kitleleri sürüklememin en önemli sebebi buydu: taş, gedik ve koyma ilişkisi. Türlü komiklikler, şakalar yanında, Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslüman, Ağrı Dağı kadar duyarlı, Everest kadar tutarlı tavırlarım, hayvanlardan aç çocuklar için üzülmelere kadar geniş yelpazeli hayırlarım, illa ki fasıl ve rakı balıklarım ile giden sevgililere -cümle terkedilmişler için- küfretmeli tafralarım krallığımın temeli, bayrağımın gönderi idi. Eşitlik, özgürlük için her türlü cümleyi kuruyor, ülkemin milli ve manevi değerleri için savaşıyor, bilime inanıyor ve felsefeye takılıyordum. Film tavsiyelerinden, kitap önermelerden, "Oku da gel canım" demelere, "Her türlü akıl verilir" ilanlarına kadar milyonlara hitap ederek yaşıyordum. Biliyordum ki ben olmasam, San Francisco'da bir gay, Güney Afrika'da bir siyah, Avrupa'da bir Asyalı, San Ysidro'da bir Chicano, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya'da bir Yahudi, Polonya'da bir çingene, Quebec'te bir Mohawk, Bosna'da bir barış yanlısı gülemeyecekti. Çünkü ben olmasam kimse "çok komik" diyerek karikatür paylaşmayacak, haber sitelerinden alıntı yapmayacak, dizileri yorumlamayacak, futbol maçlarında taraf tutmayacaktı. Beğenilere kucak açıyor, eleştirileri "Sen ne anlarsın salak" diyerek savuşturuyor, karşımdakilerin her an öğrenmeleri gereken bir şeyleri olduğuna inanarak, en babacan tavrımla, "Bir de şöyle bak, biraz şöyle düşün" gibi dersler veriyordum.

Beni çığ gibi büyüten bunlar oldu. Şahsımın her adımını, fikir dünyasının önde gelen şahsiyetlerinin takip ettiğini bilerek ve şarkıcılarla ondört-onbeş yaşında çocuklara hitap ediyor diye dalga geçerek epey ekmek yedim. Aşkların da acıların da en büyüğünü ben yaşadım, dünya siyasetini de en iyi ben yorumladım, bir bıraksalar memleketi düze çıkarırım. İsyankarım. Geçen gün "O başbakan buraya gelecek, benden özür dileyecek" pankartımla mitinge giderken trafik polisine yakalandım, çaydı çorbaydı, "Memleket nereydi?" derken yakayı zor kurtardım. En yakınlarıma bile yediğim haltları anlatamam ama mesele özgüvendi, ayakları üzerine basmaydı, dik durmaydı falan olunca ortalığı dağıtırım.  Peki ya zaaflarım? Yok denecek kadar az, o zaman neden “Yok” demiyoruz? Fikriyatımın uçarı, savruk ve temelsiz yanlarını seviyorum. Örneğin tam oraya "Kaldırım taşlarının yükünü karda kalmış serçe bilir" yazarım da biri gelip "Niye?" der diye korkuyorum. Neyse ki kimse sormuyor ve ben rahat rahat "Birini tanımak on yıllar sürer, net" gibi cümleler kurabiliyorum. Bundan sonraki günlerimde, belki de her şeyi bırakıp dünya turuna çıkarım, belki de belki de ürkek bir ceylan gibi oradan oraya bir karavanda yaşarım demem icap edecek ama muhtemelen birkaç yıl içinde evlenerek, çoluk çocuğa karışıp, yıllar sonra da torunlara falan "Na benim saçlarım buraya kadardı", "Gençken çok hızlıydım" gibi laflar yumurtlayacağım.

Şimdilik günlük programımda, kahvaltı sonrası devlet erkânını fırçalamak, eğitim sistemi ve adalet mekanizması ile ilgili göndermeler yapmak, yeri geldiğinde masa üstlerine çıkacak enerjiyi kendimde bulmak, her şeyi bilmek, bildiğimi bölüşmek, bazen gitmek istemek, gitmelere methiyeler dizmek, herkese akıl vermek, oralı olmamak, hiçbir yerine takmamak, için için kahırlanmak, acı gerçekleri cahil kalabalığın yüzüne çarpmak, ayılmaları için önayak olmak, günde en az iki kitap, üç film bitirmek, "Ne güzeldir o, değil mi değil mi?" diye fikir birlikleri yapmak, “O senin gören gözlerinin temizlenmiş çapağının paklığı” gibi sırt sıvazlamak, ölüm ve intihara atıfta bulunmak, susmak hakkında aralıksız konuşmak, ilgi budalalılığımı tevazu sosuna bulamak, mümkün mertebe herkese göz kırpmak, boncuk dağıtmak gibi uğraşlar var. Öğle yemeğiydi, beş çayıydı derken “Yihhu” diyerek işten çıkıyorum, giderayak da "Gidişlerin bitirdiği geçmişler vardır, cezaları geleceğe tohum olamamaktır" gibi laflar ediyorum. Akşam haberleri izlerken biraz dünyaya acıyorum, akşam yemeğini yedikten sonra çöken ağırlıkla onu da atlatıyorum. Geç saatlerde erken kalkmak zorunda kalmak, alarmını ertelemek gibi kimsenin değinmediği konuları gündeme taşıyor, huzur içinde yatağıma giriyorum. Unutmadan söyleyeyim; kimseyi takmayan, isyankar tavırlarımla çocuk küfürleri ederken “Ben böyleyim işte iyi tanıyın, beni böyle sevin, dobra dobrayım” demekten kendimi alamıyorum. Tavana bakıp, bazı şarkıları dinliyorum. Yıllardır kendimdeyim, artık kendimden sıkılıyorum.   

 

9 yorum:

  1. Merak ettiğim şu: Bu yazıyı ne kadar zamanda yazdın üstadım?

    YanıtlaSil
  2. bilmem. belki bir, belki de biraz daha uzun. merak ettiğim şu: bu neyi gösterir acaba?

    YanıtlaSil
  3. İnsan kendi ifadesizliğine iki acılı cümle bulabilmek için de takip ediyor olabilir sizi. 'siz' diyorum zira 'sen' demek hayranlığımı azaltacak. Bu saatte kendime gelmeyeydim iyiydi. Gidişattan puan vermeler size , otur sıfır demeler bana. Selametle

    YanıtlaSil
  4. Sana aşık oldum <3

    YanıtlaSil
  5. 'Susmak hakkında aralıksız konuşmak' işte burası çok mantıklıydı yazıya kıyasla :)

    YanıtlaSil
  6. Sana aşık oldum yazısını silmemiş benim o numaralarla ilgili sorumu silmişsin, nedir o numaraların anlamı Allah aşkına?

    YanıtlaSil
  7. kaç kişinin sayfaya girip bana aşk itirafında bulunduğunu sayıyor.

    YanıtlaSil
  8. ilk yazını okuduğumda 30 35 yaşlarında hafiften göbekli
    dışarıya kapanık içine açık bir adam diye düşünmüştüm.27 mi?biraz fazla olgunsun kanımca.o fon müziklerin ve yaşadıklarımı anlatan cümlelerin bana iyi hissettirmiyor.ağzın da çok laf yapıyor çok sevdim sürekli yaz e mi,yok pahasına sat felsefeni .

    YanıtlaSil
  9. "sana aşık oldum" yazara övgü mü hakaret mi anlamadım.

    YanıtlaSil