20 Mayıs 2012 Pazar

aralıksız on yedi bin yedi yüz elli beş vuruş

                                                                                                                                                                     dostum aylin'e

bunu yanına bırakacaktım. kolumdan leziz bir ısırık aldıktan sonra ceketimi üzerime geçirip çıktım.


evin bütün odalarında sabahladım. adım artık sabahlık olabilirdi. yalnız kalmanın sağladığı böylesi bir ayrıcalığı heba edemezdim. kimse yokken, herhangi bir düşünceyi üzerine çekip onunla kendini şekillendirebilirsin. şekilsizliğinle bile hiçbir suretle yadırganmayacak bir yapı oluşturabilirsin. adım atmadık yer bırakmamaya yemin etmiş gibiydim, evin dört köşesini gezdim. can havliyle, odaları aksak ayak, eşikleri sekerek, koridorları koşarak geçtim. sırtımı yatağa, duvara, mutfak tezgahına vererek düşüncelerime arka çıkmaları için her türlü yolu denedim. gelmesini istediğim hiçbir şey yoktu, geçmesini istediğim de. tek amacım neticemde en ufak açık bırakmamaktı. her nedeni ve bunun sebep olduğu her sonucu ince ince dokumadan atacağım bir adım, kendime olan saygımı yerle bir edebilirdi ama kendime neden saygı duymam gerektiğini bulabilmiş değildim. saygı çerçevesinin içinde, seyredenler tarafından ayıplanmamak için, kupkuru kalmıyor muyduk zaten?

ayakkabılıların dünyasında, olmayan bir çift kundura için dönüp dönüp bakılmaz mıydı halimize? son nefesini vermek üzere kaldırımda yatan birini göz ucuyla süzüp, ortalıktan kaybolmak için can atan insanlar, çıplak ayaklarıyla kalabalığın ortasında yürüyen birine, ayıplayarak ya da acıyarak ya da gülerek uzun uzun bakmayacak mıydı? elbette bakacaktı. akıl yürütecekti, en kolay tarafından belki de "aklını kaçırmış" diyecekti. kimse "bütün keyfiyle yürüyor" demezdi, biri çıkıp "çorapları da mı yokmuş" derdi en fazla. ben işte tam da bu yüzden, gülebilmek için en azından bir ahizeye muhtaç kalmış insanların yalnızlıktan şikayet etmelerine sonuna kadar hak veriyorum. bir telefon kulübesine girip kulağınızda ahize, saatlerce kahkaha atarak hem ayıplanmayı hem de yalnız kaldığınızı düşünmelerini engelleyebilirsiniz. hayır, kendime saygı borcum yok. bir gün kendimle hesaplaşmak için kendimi karşıma aldığımda, hesabını veremeyeceğim tek şeyin yaşamadıklarım olacağını biliyorum. kendi yüzüne tüküremeyen herkes gibi yutkunacağım ve bu mideme oturacak. insan önce, kendisini süsten saymak için, tutsaklığına gönülden heves ettiği kafesi altetmeliydi.

üzerine yattığım kitaptan kafamı kaldırdım. kulak tıkaçlarımı daha derine bastırıp, burnumun ucuna düşen gözlüğüme bir tekme de ben attım. vücudumun yaşama belirtisi gösteren en küçük hışırtısına bile tahammülüm kalmamıştı, zihnimdeki uğultuya tahammül edecek bir kulak da. hep kendimdeydim. en fenası da budur zaten: çekilmez bir adamın, kendisiyle hep muhatap olmak zorunda kalması.  günlerce düşündükten sonra, her şeyin sonuna gelmiştim. kararımı verdim: nefret, güçlü bir yıkım isteğidir.


tenha sokağımdan yavaş yavaş caddeye doğru yürüdüm. insanların yüzündeki bu sıradanlığı anlamlandıramıyorum. ya kimsenin haberi yok ya da söz birliği ile susup her şeyin olacağına varmasını bekliyorlar. "hepsi bizim için" diye içlerinden geçiriyorlar belki, bütün kırılmalarımız, dökülmelerimiz, zeminle bir olmalarımız, karşılıksız kalmalarımız için. bütün yüzlere bakıyorum. birinden bir açık bekliyorum. herkes, iğneye iplik geçirecekmiş gibi dikkatli. kimisi yüzümü biraz süzdükten sonra somurtup kafasını çeviriyor, kimisi yolunu değiştirip başka bir sokağa giriyor. vazgeçtiğimi sansınlar diye dönüp eve doğru yürüsem engel olurlar mı diye merak ediyorum. çocuk, evet bir çocuk bulup sormalıyım. çocukların saklayamayacağı tek şey, bildikleridir. akşam ne yediklerinden, sabah nereye gideceklerine, büyükannelerinin parasını nereye sakladığına, annesinin babasına nasıl seslendiğine kadar her şeyin yayılmasına önayak olabilirler. kendime, soru soracak kurban arıyorum. herkes ön sıradaki arkadaşının ensesinde kaybolmuş gibi. yirmi faruk boyu mesafede önümde yürüyen, yarı boyumda iki çocuk görüyorum. adımlarımı sıklaştırarak çocuklara yetişiyorum. sesleniyorum, dönüyorlar. birinin sağ, birinin sol omuzundan tutarak, göz hizalarına kadar eğilip "bugün olacaklardan haberiniz var mı?" diye soruyorum. çocuklar birbirine bakıp, koşarak uzaklaşıyorlar. kesinlikle çok iyi hazırlanmışlar. kimsenin renk vereceği yok. parmak uçlarımda "hide u"nun ritmiyle, yürümeye devam ediyorum. biraz sonra cebimdeki bozukluklarla bir bilet alıp durağa yanaşan otobüse atlıyorum.

hareket ettikçe serinleyen bir sisteme sahipti otobüs. ilerleyip orta boşluktaki demire sırtımı yasladım. oturmak istemiyordum. oturmaya gelmemiştim. başımın hizasındaki yarı açık pencereyi sonuna kadar açıp, camdaki solgun silüette saçlarımı seyrettim. saçlarınızı tarayabilirsiniz, okşanması için birinin kucağına yatırabilirsiniz, rüzgarda savurabilirsiniz. ama kimseyi saçlarından sürükleyemezsiniz. bu artık hoş karşılanmayan bir şey olacaktır. rica etmelisiniz, "benimle gelir misin" demelisiniz, kimseyi böyle sahiplenemezsiniz. sizi barbar olmakla suçlayacakları için, saçından sürükleyerek götürdüğünüz kimseye "ikimiz için de en doğrusu bu" diyemezsiniz. savaşta, düşmanın kolayca kavrayıp kafasını uçurmasına fırsat vermek istemeyen savaşçıların, saçlarını kısa kestirdiklerine dair bir şeyler okumuştum. buradan hareketle, bu modern muharebe alanında, yenilmek istemeyen kadınların kısa saç tercihlerinin altında yatan sebepleri ayaküstü çözümlemenin sevinciyle bir ıslık tutturdum. şüphe, aklın keskin sirkesidir.


-eliniz kanıyor dedi sağ tarafta oturan yaşlı bir kadın.


yaşlı kadınları ve de adamları işe gidiş geliş saatleri dışında otobüslerde sık sık görmek mümkün. yakın çevreden temin edemeyecekleri eksiklerini gidermek için, torunlarını görmek için, arkadaşlarıyla son haberleri bölüşmek üzere toplanmak için, hastaneye gitmek için bir yerden bir yere giderlerken, herkesin birbirini ezdiği, üstüste yolculuk ettiği o saatlerden, yaşlılığın vermiş olduğu bir bilgelikle uzak dururlar. yaşlıların aceleleri yoktur. ağzınıza atacağınız bir lokmanın size kaybettireceği zamanı düşünerek koşarak çıktığınız evlerinizde onlar, uykularını aldıklarında uyanır, bütün sakinlikleriyle kahvaltılarını yaparlar ve hiçbir yere asla geç kalmazlar.

-elim değil, kolum. endişelenecek bir şey yok dedim,
elimin üzerindeki kurumuş kana bakarak.

sıcak havanın kan kaybından ölmeme engel olacağı böyle bir günü seçmiş olmamdan ötürü kendimle gurur duydum. yaşlı kadının kayıtsız kalmayan dikkatine, dişlerimi göstermeden tebessüm ederek, teşekkürlerimi sunup kafamı tekrar cama çevirdim. yanındaki diğer kadınla, benim sebebimle, kırk yıldır tanışıyorlarmış gibi bir konuşmaya başlayacaklarına neredeyse emindim. hayatım üzerine oluşturacakları kurguda belki de, aile içinde geçen bir kavganın yaralanmama sebep olduğunu, işsizliğim sebebiyle evde sık sık tartışmaların yaşandığını söyleyeceklerdi. benden iki yaş küçük kardeşimin kazandığı paranın hemen hepsini getirip babama vererek, o arada da asıl amacı olan benim ne zaman bir iş bulacağım meselesini ucundan çıtlatarak, onu dolduruşa getirdiğinden, sonra ikisinin birden üstüme nasıl geldiğinden bahsedeceklerdi. komşuların da ailemizin kavgalarından duymuş oldukları rahatsızlığı birçok kez kendi aralarında dile getirdiğini, hatta bir keresinde gürültünün şiddetinden "yetişin birbirlerini öldürecekler" diyerek içlerinden birinin polise telefon ettiğini, kapı çalınana kadar kavganın kesilmediğini anlatacaklardı. annemin gizli gizli ağladığını, arkadaşlarının yüzüne bakamayacak kadar utandığını, sürekli bu şekilde anılmalarının onu ne kadar yaraladığını ayaküstü bir konuşmada bir arkadaşına söylediğini ekleyeceklerdi. kopan eti de olsa, insanların yakınlarını daha çabuk affedeceğini söyleyeceklerdi. kardeşler arasında olur böyle şeyler. hem şu dünyada, insanın kardeşinden, anasından, babasından başka kimi vardı? herkes gelip gidiyordu, sadece onlar kalıyordu. "evlerden ırak" diyerek biraz endişe, biraz korkuyla, böylesi kötü şeylerin başlarına gelmemesi için beraber dua edeceklerdi. belki de yanlış işler yapıyordum. oysa ne kadar güzel bir çocuktum. kötü arkadaşlar sebebiyle bir süre sonra okulu da tamamen bırakmıştım. aylaklıkla ve serserilikle günlerimi geçiriyordum. arkadaşlarımdan bir tanesi vasıtasıyla tanıştığım pis işlere bulaşmış bir adamın ufak tefek işlerini hallediyordum, üç-beş kuruş karşılığında. sigara param çıkıyordu, bir de can sıkıntım geçiyordu. yine böyle küçük bir işi halletmek için gittiğim yerde, iş hanına çıkmadan yolun karşısında durup binayı süzdüm. bir yere gittiğimde düşündüğüm ilk şey, nasıl döneceğimdir.

karşıya geçip, merdivenleri hızla çıktım. bırakacağım not gayet açık ve kısaydı: suyunuz kaynadı. bu sefer işler umduğum gibi gitmemişti. içeri adımı atar atmaz ruh halim değişti. yumruk yemiş gibiydim, çünkü yumruk yemiştim. odanın ortasına doğru itildim. sersemliğim esnasında, kimin geleceğim haberini uçurduğunu düşünürken, bir taraftan da yapacağım hamleyi planlıyordum. ikisinin karşısında boy en oranında sınıfta kalmıştım. zayıflığım karneme işleyecekti muhakkak. yanıbaşımda duran sehpanın üzerine basıp, pencere önünde duranın kafasını vazoyu sokmaya başardım. yere indiğimde, ortalığı belden yeni çıkmış bir metal kokusu sardığını fark ettim. arkama döndüğümde kara bir deliğin açık ağzıyla karşılaştım. refleks olarak ellerimi yukarı kaldırdım. kurşun sağ kolumdan girip, sokağa çıktı. kurşunun arkasından kendimi aşağıdaki dükkanın brandasına atarak caddeye düştüm. gökten inmiştim lakin haberler hiç iyi değildi. kolumu tutarak koşmaya başladım. bulabildiğim en ıssız sokağa girip kolumu saracak bir şey aradım. belli ki o arada da birinin ceketine el koymak zorunda kalmıştım. çünkü üzerimdeki cekette delik yoktu. ne kadar sıkı sarmaya gayret etsem de, kanın akışını tamamen durduramamıştım. kan parmak uçlarıma kadar akıp yere damlıyordu. hastaneye gidemezdim, bunda ölecek bir şey yoktu.  taksiye binemezdim, param yoktu. bir süre yürüdükten sonra otobüse atlayıp, bir taraftan da fiyaskomu nasıl anlatacağımı düşünerek, sessizce yolculuk ediyordum. iki yaşlı kadının bunları düşünmelerine engel olamazdım. "kolumdan bir ısırık aldım" demem sadece kötü bir espri anlayışım olduğunu düşündürürdü. otobüs durağa yaklaşırken kapıyı açınca durmasını beklemeden aşağı atladım. geçmiş, kahvenin hatrı değil, telvesidir.



buluşmamıza beş saat vardı, geç kalamazdım. her şeyin başladığı o yere gidip öfkemi hatıralarla bilemem olacakları kolaylaştıracaktı. toplulukların öfkelerini kontrol altında tutmak için zaman zaman, muktedirlerin başvurduğu yöntemlerden biri de budur: damlayan çatının altına koydukları kovayı taşmadan boşaltırlar. delik çatı, kova taşıp ortalığı ıslatmadığı sürece unutulur. böylece, kendileri için gerekli bu açığı kapatmanın önüne geçtikleri gibi, başkaldıracak olanları da yumuşatırlar. ben sakinleşmek istemiyordum. uğradığım bütün haksızlıkları anılarla beslemek hedefe varmak için bacaklarımı dinç tutacaktı. hafıza acıyla tazelenir. acı güç verir. güç başa çıkmayı sağlar. başa çıkmak ayaklar altında ezilmeyi engeller.

oturacağımız yeri uzaktan seyrettim. çok kalabalık olmamakla birlikte, ıssız da sayılmazdı. dikkat çekmenin gururunu okşayan halleri vazgeçmek istediği bir şey değildi. her fırsatta ilgiyi üzerinde toplamak için ilgilenmediği konulardan açılmış bahislere bile katılır, bilmemesini bile bir şirinlik muskasıyla taçlandırarak bakışları üzerine toplamaya çalışmaktan geri durmazdı. bilirsiniz, kusurlarınızı neşeli şekilde anlatarak onları düzeltmenizi istemelerinin önüne geçebilirsiniz. adınızın önüne "kendiyle barışık" gibi bir sıfat bile eklettirebilirsiniz. aptallığında bile naralar atan kendini beğenmişlik, aklı boşver, bak bende neler demesindeki aleladelik beni çıldırtıyordu. övmekten çekinmezdi, karşılığını alacağını bilirdi. bütün ilgiyi üzerine çekerek, ona yapacağım iyilik için hiçbir karşılık ummayacaktım. bu sefer değil.


bir duvara yaslanıp cebimden çıkardığım kibritteki vasati kırk çöpü tekrar tekrar saydım. çocuklara "bugün olacaklardan haberiniz var mı?" diye sorarken ağzımdaki kanı henüz temizlememiş olduğumu hatırladım. bir an odama dönüp, çerçevesinden fırlayan gözlük camlarını aradım. başımı önüme eğdim. kimseyle karşılaşmak istemiyordum, hayır kimseyle. insan tanıdıklarıyla fikir ayrılığına düşmeyi göze alamayadursun, kendini nasıl da yok sayıyor. içindeki canavarı karşısındakinden nasıl da saklıyor. nefretini gülüşünün arkasına ne de özenli gizliyor. çok doğru söylüyorsun, kesinlikle haklısın, zevkine hep güvenmişimdir, ne güzel anlattın, birbirimize ne kadar da benziyoruz, iyi ki varsın, ne zaman istersen, dostlar bugünler için değil midir zaten, mutlaka görüşelim. karar verip geldiklerinizi onaylatmak istemenizin adı "nasılsın" oluyor. oralı değilim, nasıl olsun. ben artık, kimse halimi hatrımı sorsun istemiyorum. ben artık, kimseye "iyiyim" demek istemiyorum. ben artık, kimseyle geçinmek istemiyorum. ben artık, meraklandıklarını düşünerek, kendimi kandırmak istemiyorum. hepinizden iğreniyorum.

insanlar vardır bilirsiniz. onları istediğiniz zaman, istediğiniz kadar kırabilirsiniz. alınmış olmalarını iyiliklerine yakıştırmazsınız. sabit bir doğrulukta, yaptıklarına devam etmelerini, iyi olmanın bunu gerektirdiğini gözlerinin içine sokabilirsiniz. onları umursamazlığınızla doyurabilirsiniz. üstüne çıkıp tepinmelerinizi bile, hiçbir şey olmamış gibi karşılayacaklarından emin olabilirsiniz. hatalarınızı, suçlu onlarmış gibi kendilerine benimsetebilirsiniz. onlar elinizin altındadır, kaldığınız yerden her an devam edebilirsiniz. birkaç güzel sözle, tekrar tekrar aldanmalarını sağlayabilirsiniz. onlardan özür dilemeniz gerekmez. onlara bütün minnetinizi "üzgünüm" diyerek ödeyebilirsiniz. vefaları nazarınızda, sizin vazgeçilemezliğinizin görüntüsüdür. bunu kendi yüceliğinize yorarsınız. sabrediliyor olunması sizin mükemmelliğinizdir. bir de kendisini başkasıymış izlenimiyle anlatan insanlar vardır, onları da bilirsiniz. hepsini gördüm, hepsini bildim. kesinlikle nefes almayı haketmiyorsunuz. bilmek, rahatlığın felaketidir.


yaslandığım duvarda başımı yukarı doğru kaldırıp, bütün vücudumu sallayan bir kahkaha attım. sokakta yankılandı. yoldan geçen kadın çocuğunun elini daha sıkı tuttu, çocuğunu sürükleyerek benden uzaklaştırdı. birkaç kişi biraz duraksayarak bakıp, yoluna devam etti. aklınızdan ne geçirdiğinizden, aklımdan geçenler kadar, eminim. siz gülün yeter ki, halim kahkahanıza feda olsun. bir yandan kaldırımda volta atıyor, bir taraftan konuşuyordum. yaşamak. yaşamak diyecekler adına. yaşamaktan anladıklarının da daha çok eğlenmek, daha sesli gülmek olduğunu biliyorum. yaşamak daha hızlı araba, daha geniş ev, daha renkli kravat, daha yüksek topuk, daha fazla ilgi, daha güçlü övgü, daha kesin beğeni. kimse, evet hiç kimse, duymak istemeyecek. size teşekkür edecekler, sapmak üzere oldukları yoldan onları çevirmiş olmanızı övgülerle süsleyecekler. sonra varlığınız katlanılamaz bir hal alacak. kimseye huzur vermeyecek söyledikleriniz. kimse daldığı rüyadan uyandırılmayı istemeyecek. bak burada bir hayat var, dosdoğru yaşanabilecek, yetinilebilecek. uyku ömürden götürür diyeceksiniz, kimse dinlemeyecek. herkes mevcudiyetine denk, görüşüne yandaş birini arayacak. tekerlekli sandalye kullanan bir arkadaşını kimse gezmeye çıkarmayacak. zaten kimsenin de tekerlekli sandalye kullanan bir arkadaşı olmayacak. evler, binalar, araçlar mimari bir dışlayışın kanıtıdır. dünya sapasağlamlar için vardır. bu ev diyecekler mesela kaç cepheden güneş alıyor, ama eşyalar bu kapıdan zor sığar, engelli biri buraya çıkabilir mi diye kimse düşünmeyecek. ari bir ırk yaratma fikrine şiddetle karşı çıkacak olan insanlar, körü âmâyla, eli tutmayanı bir bacağı topalla, cahili okumamışla, zengini serveti olanla eşleyecek, herkes sadece kendi çevresinin ari sosyal ilişkileriyle dertlenecek. allah'ım, hiç değilse merakımı bağışla. nasıl, insan nasıl böyle, o orta yerde duran pisliği görür, kokusunu alır, rahatsızlığını duyar da, nasıl herkesin bildiğini kimse söylemek istemez. dünyanın çarmıhına gerilmiş herkes, nasıl olur da hemen kalkıp gidecekmiş gibi yarınını düşünmez.


insanın kalacak yerinin olması gibisi yok, biliyor musun? bunu mekandan ayır, sana zahmet. bir cümlenin içinde ben geçeyim diye, sayfalarca okudum. yere oturdum. ayağa kalktım. dakikaları tekrarladım. zihnimin tavafını tamamladım.



saat altı. üzerinde çiçekli elbisesiyle göründü. koşarak karşıya geçtim. arkasından dolanıp sandalyeye oturana kadar bekledim.
"çok bekletmedim değil mi" diyerek altıma alelacele bir sandalye çektim. şaşkınlığını ardında bırakarak, ağzının kenarından atlayıp ölmek isteyen bir tebessümle "yeni geldim" dedi. geldiği için teşekkür ettim. topuklarına kadar bahar, saçlarında baldan ırmaklar.

gözlerim nasıl dolduğunu bilmez bir halde, nasıl taşacağını şaştı. bırakmadım kendimi. "tam şuraya kuracağın barajla koskoca bir şehrin elektrik ihtiyacını karşılayabilirsin" demedim. kendimi bırakmadım. bir kaktüsü bütün bir halde yutmaya bile hazırdım.
 "elin" diyecek oldu vazgeçti. "nasılsın?" diye sordu.
önce, sigaramın marşını ateşledim.

-nereden başlayacağımı bilemediğimde, hep baştan başlarım-

iyi ki geldin. ben çok düşündüm. düşünen insanın cehennemi, garanti altındadır. es geçmek, irinli bir şehrin, yakışıksız anahtarıdır. şekillenmiş yataklar ırmakların şanıyla anılır. unutulmuş çocukların kapıları, hüzünden bir çarpıntıyla kapanır. yukarı çekmeye gücünün yetmediği, bırakmaya gönlünün elvermediği insanlığı, uçurumun kenarında sahiplenmiş kişi, kolunun acıdığıyla kalır. kendini bulmak, yalnızlığın kefaretidir. sadece sahte bedeller, dil ile ödenir. bağımlılık, insanın kendisine yöneltemediği sevgisidir. kaçmak, korkağın galibiyetidir. hayıflanmak, göze alamamanın kaçınılmazlığıdır. kurnazlık, güvensizliğinin dayanağıdır. farkedilme arzusu, eksikliğin bağırmasıdır. güç, kadın mıknatısıdır. anlaşılmamak, ortada kalmanın bumerangıdır. avuntu, bütün aptalların barınağıdır. gurur, kişiliksizin paspasıdır. unutmak, hafızanın utancıdır. "senden başka", kaypaklığın başlangıcıdır. fikir değiştirmek, insan hastalığıdır. sözünde durmak, karakterin vidasıdır. vitrin, elde edilebilirliğin dışa vurumudur. aşındırılmak, ucuzluktur. anlatmayan anlatmayı değil, seni, anlatmaya değer bulmuyordur. bencillik, açgözlünün dolduramadığı boşluğudur. mutluluk, aklın kusurudur. yaşamak, kıyametin orucudur. beklemek, etin kancasıdır. ve biliyorsun ölmek, biraz zaman alır. bir idealdi. adına ümit etmek de diyebilirsin. mümkündür ki ben güzel bir insan olamadım, güzel bir insanlık hayal etmişliğimle keyiflenebiliyorum ancak. iki kişinin arasında geçip de, dünyanın dahil olmadığı hiçbir mevzu cereyan etmemiştir henüz. lakin iki kişinin elele tutuşmayı isteyip de aradaki koca dünyadan dolayı ellerinin kavuşamadığı da görülmemiştir henüz. bunu sadece sana, sadece bana ya da sadece ikimize bağlamak asla tasavvur ettiğim bir şey olmadı. böyle tıklım tıklım bir dünyada insan, koyacak yer bulamam korkusuyla içindekileri çıkaramıyor. şöyle bir dağıtsaydım hayatını, nefes alacak bir yerin olacaktı. senin yaraların vardı. şu bandajdan biraz artsa, neden bana sarmayasın diye düşündüm hep. artıklardan ümitler büyüttüm. hayret ettim, nasıl dedim, sarmak için yaralarını elimi uzatmışken ben, o acıyı nasıl benden bildin de hesabını bana ödettin. bana geçirdiğin dişi, ömür boyu saklayabilirim. seni asla affetmeyeceğim. özür dilerim. hayır doğru değil, her şeyi başa alabilirim. seni tekrar tekrar sevebilirim.


bana bunu yapmayacaktın.
bana bunu yapmayacaktın.
bana bunu yapmayacaktın.



kılıç gibi, sol tarafıma kemerimin arasına sıkıştırdığım bıçağı sağ elimle hızla çektim.
aramızdaki masayı yan tarafa fırlattım. ayağa kalkıp bıçağı tam göğsüne sapladım.








gökyüzü aldığı nefesi ciğerlerine hapsetti. dünya dönüşüne ara verdi.
vücudunun ilk tepkisi kızarmak oldu. "utanmak için çok geç" demek isterdim.
elbisesinin yüzüme bakan bütün çiçeklerini kırmızıya boyadım.
iki elim kandaydı ve yanındaydım. beni sevmemesi için hiçbir neden bırakmamıştım ona.
bana kayıtsız kalmaması, beni dünyanın en önemli insanı yaptı.
ayaklarımdan başıma kadar kusursuz bir huzurla kaplandım.
cennetten bir bahçe kokusu sardı her tarafımı.
ensemdeki ter, narin kıvrılmalarla sırtımdan belime kadar indi.
kıpırdamadım.










-"cevap vermeyecek misin" diyerek sorusunu yeniledi.
-"kendimi hiç bu kadar kıymetli hissetmemiştim" dedim.


ayağa kalkıp, bütün içtenliğimle kulağına eğilip tükürdüm.
döke döke yaşadığım zamanlarımı toplayarak, kendi peşimden yürüdüm.

2 Mayıs 2012 Çarşamba



büyük ihtimal benim sevilecek bir tarafım vardı. kimse rast gelmemişse, benim işim rast gitmemiş sayılabilir.  size göre de dünya baş döndürücü değil mi? burnun kokuya alışması ve koku almak gibi bir gerçekliğin kendini tekrardan baştan yaratması için bir kesintiye ihtiyaç duyması hafızanın öğrenilememiş çaresizliği değil mi mesela? niye öyle bakıyorsunuz, alıcı bir göz göremediğim gibi sezemiyorum da. yapmayın, bende alçaklık korkusu var. iki muhafızın beklediği iki kapıdan sadece biri işe yarayacak olan kapı ise ve muhafızlardan biri sadece doğru, biri sadece yalan söylüyorsa onlara soracağımız tek bir soru ile doğru kapıyı nasıl bulabiliriz diye bir soru var, saatlerce düşündüm ve istediğim kapıdan yanlışımı seçmeye karar verdim. o zaman şuna cevap verin, on yıl öncesinden kim var hayatınızda ve kimler size kalacak on yıl sonra? sıkmıyorum umarım, farkındayım ki boğucu bir havam var. bırakalım bunları da insanın tarife tutunması diye bir şey var, geçen gün aklıma geldi. tanımlamış olma rahatlığı kullanımı kolaylaştırıyor. her şeyi kalıba oturtunca, hiçbir şey ayakta kalıp yorulmuyor -mezarlık için de ayakta yolcu almıyor derler. insan yalnızca yüz kelime ile düşündüğünü hesaba katamadığından, beynin ölümü böyle böyle gerçekleşiyor işte. o yüz kelimeyi öğrenen, bilgisine o denli saplanıyor ki gözü ulaştığından ötesini görmüyor. bilgisine bakıp kendisini cahilden saymıyor. çerçevesini çizdiği manzaranın dışına çıkmadığı gibi kimseyi de dışarıya bırakmıyor. çitlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok demek isterdim ama adını öğrendiğiniz kitabın, kendinizi özdeşleştirdiğiniz karakterin, ekmeğini yediğiniz yazarın da tahtı muhtemelen sallanacak. horozluğunuz ilgi uyandırıyor belli ki, o küstah tavırların da getirisi vardır illa ki. birini konuşurken örneğin, sırf cümlesini sonuna kadar dinlemiş olmanızı bile kendi yüce gönüllüğünüze veriyorsunuz ne yazık ki.  ama söylemeden geçemeyeceğim o öttüğünüz yer çöplük. asmayın suratınızı rica ederim, latife yaptım. hatta bir de kısa fıkra anlatayım: her şeyin en güzeline layıksın, ama bana değilsin.

canım, biriciğim niye böyle şeylere heves etmekle geçiyor hayatınız? imrenmek insanı felakete sürüklüyor. o zaman düşünüşüm bunun üzerine temellensin. temel dediğime bakma, yarın fikrimi değiştirebilecek olmam ve hiç kimsenin beni bununla yargılamayacak olması ne acayip. değiştim ben. kafka da değişsin. belki bir şatoda oturup fikir teatisinde bulunuruz. teati de ne zor bir kelimeymiş. hissi kablel vuku derken bu kadar yorulmuyorum ya da müteallik hükümlere tevfikan. sence de bu evraklar pek bir gereksiz değil mi? yani yazıya dökülmüş bir şey kazığa bağlanmış bir eşekten farksız diyebilir miyiz? uçsuz bucaksız bir çayır idealini tırpanlamıyor musun sen şu an? her şeyi göz önünde bulunduran biri yürüyebilir mi? sözümü bitirmedim henüz, indir o tırpanı. seninle oturup şöyle adam akıllı iki kelam edemeyecek miyiz? buradan iki kelamdan fazlasının gevezelik olacağı sonucunu çıkartasım geliyor ama çıkarttığım bütün sonuçlar üzerime yük oluyor. mesela geçen gün bir şey olmayınca ben, yumak fiilinin başka bir dile nasıl çevrilebileceğini düşündüm. olur da karşısına yıkamak anlamında bir kelime koyarlar diye kalbim sıkıştı, bunu böyle harcayamazsınız diye bağıracaktım sıkıştığım yerden. aslında benim buraya geliş amacım yedek parça hevesciliğinin yaygınlaşması ve neticeleri üzerine bir söyleşiye katılmaktı. geç kalmadığımı umuyorum. sen de um gözlerini bak sana ne anlatacağım. inan bana. bir yerde insan, karşısındaki yalan limitini doldurduğunda, kendini kandırdığı yalanlardan beslenmeyi öğrenmeli. çünkü kendini kandırmak gerçeğin felaket açlığını yatıştırıyor. bir kere de can kulağıyla dinlesen ne var? diyecektim ki insan seyahat etmeyi değil, bir yere varmayı seviyor. yedek lastik bunun kanıtı değilse, elimde patlasın. bu noktada kendi hazzının garanticisi olan insan da varacağı hedef için her lastiğe göz kırpmakta bir beis görmüyor. lastik kendini yolcuya yoldaş zannediyor. bütün yükü taşıdığın, yüzünü yere sürüdüğün yetmezmiş gibi halin hatrın da tekmeleyerek soruluyor biliyorum. biliyorum ama bildiğim yerden soru gelmiyor. 

ben bir şeye sinirlendim, gerisi çorap söküğü gibi sökün etti. neydi ise o başlangıç, ben o ana dönmek istiyorum, merak ediyorum, neydi başlatan bunu. ben bu karanlıkta sorunun köküne inerim sanıyorsan fena halde yanılıyorsun. peki yanılmak nasıl bir şey biliyor musun? doğru ve yalan etkisini salt doğruluk ve yalanlığıyla sürdüremez. bilinir ki "ben her zaman yalan söylerim" cümlesi doğruluğa dayanırsa yalan olmaktan çıkar, kendisini gerçekleştiremez. doğruyu söylemek de pürüzsüz bir ilerleyişle varlığını şekillendiremez. sırası mı şimdi, beni dinlendiğime dair bir yanılgıya düşürerek sinirimi tepeme çıkartmanın? bana başka seçecek bırakmadınız. bıraksaydınız da dibi kalmış deyip burun kıvırırdım. o zaman şöyle söyleyeyim: ben sık sık iyileşirim. olumlu bakışım bu kadar. ne bileyim taktığım şu şirinlik muskasına bir aminler alaydım en azından, bir sevişler dile geleydi de konaydı şuraya ne var. belki bahar gelir, olamaz mı, olabilir. ama ben baharı falan umursamıyorum. benim canım mevsimsiz sıkılabilir. kimseyi de arayıp benim burada böyle canım sıkılırken, sen nasıl beni aklına getirmedin demem. bunu ahlaktan sayarım. birilerinin varlığı benim yokluktan dem vurmamı engeller çünkü, bunu da sebepten.  derim ki hayır, hayır, kesinlikle benim yüzümden. benim yüzümden bir dokunuş geçecek değildi ya. bana haksızlık yaptınız ama sesimi çıkartmayacağım. ne güzeldik, yalnız ikimiz. hayır kesinlikle sesimi çıkartmayacağım. intihar fikri için, kişinin kendisini değil sevdiklerini cezalandırma yöntemidir derler, ben sesimi çıkartmaya çıkartmaya bilemediklerinden intikamımı alacağım.  efendim benim çölüm serap, sudan sebepler benim gördüklerim. yok öyle yağma ama kucağıma dökülüyorum. efendim bana bir afet. efendim şu zamanlarda sanırım insanların, kendi fikirlerinin canla başla merak edildiğine dair bir inancı var. fikrimi beyan ederek sanrımı kesinliğe dönüştürmenin gururunu yaşıyorum şu an. nasıl söylesem; ses çıkarmazsa insan, kimse yok diye dünyanın üzerine kilitleyip gidileceğinden korkuyor olabilir. ben kimseden korkmam da diyebilir. ben kimseden korkmam mesela, kendimden korktuğum kadar. sizi tabi ihmal etmiyorum, yemlerim hatta, saç kesiminiz harika. ne bileyim belki insanlar bir süre sonra farkında olmadan bir konuşma eğilimi geliştiriyor. çok yalan söyleyen biri sahtelikten, ikiyüzlülükten bahsediyor fazlaca. kibirli adamlar egonun ne kötü bir şey olduğunu anlatıyor konuşmalarında. beyaz giyme tanırlar, seni masum sanırlar.  konuşmanın arasında ben şecaat arz etmek kendini ele vermek değil diye bir mevzuya takılmış bulundum. benim ritmimi bozmayınız.  ne bileyim, ben suç teorilerinden falan, müeyyidenin mutlak  neticesinin ıslah olmadığına dair sosyal gerçekliklerden söz edebilirim. kimsenin bir işine yaramaz, sevmek suç mu dersem kendime taraftar toplayabilirim. işte böyle böyle koyveremiyor insan kendisini. sonra değil mi ki diğer tarafta, insan yaptıklarından değil sadece duyulmasından utanıyor. yine de bunu bir bronz madalyayla ödüllendirebiliriz. çünkü öte yanda goethe diyor ki insanların ne kadar kötü olduğunu görmek beni hiç şaşırtmıyor, fakat bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce hayretler içinde kalıyorum. goethe orada kalamazsın, annen hayatta izin vermez. hem ben misafirden nefret edemiyorum, üzerime bir sorumluluk biniyor. bir de gariptir ki insanların bütün planları uzun yaşamak üzerine kurulu. normal tabi, insanın sevdiklerinin uzun yaşadığını görmek istemesi. peki ya kendi ömrünün uzunluğunu talep etmesi? neyse o da bir başka yazıya kalsın, bana uzun ömür verilsin ki memnuniyetsizliğim hiç bitmesin.