"kouma diougou bé
môgo mi kono
hèrè
bi môgo mi kono"
bahanesi sebebinden büyük olan ne
yaşayabilir? ağız tadıyla ağzımı bozamıyorum bile. yoksa ben ne söylemeyeceğimi
iyi bilirim. siz olmasaydınız bu kainatı başınıza yıkmazdım. patlat bir kafa da
neşemizi bulalım. bir zaman oluyor ki söylememiz gerekeni söylememek için
konuşulması icap etmeyen her şeyi söze döküyoruz. hakikati cümlenin içinden
çekince hiçbir şey değişmiyorsa biz bunca yıkımı ne ile inşa ettik söyle rica
ederim. yer yarılsa mesela, bıraksalar beni şurada biraz kestirsem diye bir
rüyadayım. ne ant içenler gördüm, çeyrek asırlık adam devirip bana mısın
demiyorlar. abartıyorsam lütfen söyleyin. hayalin dünyası olmaz diyesim
geliyor, düşlemenin cenneti, beklemenin cehennemi belki evet ama hayalin
dünyası olmaz. var olmak ne kadar yoruyorsa, bir o kadar da yok sayılmak
yoruyor. hangi kirli elde paralanıyorsam, tertemiz nice isteyişi de işte öyle
harcıyorum. ben sizi, benim olun diye sevmedim.
bir eylül günü, rüzgar sonbaharın
gelişini yaprakları uçuşturarak kutlarken, balkona çıkmamak ve biraz hava alıp
kendime gelmemek için birkaç tane sebep aradım. enlemesine oturduğum koltukta
ayaklarımı koltuk kenarından aşağıya doğru sarkıtmış tavanın çökme ihtimali
üzerine hesaplamalar yapıyordum. üst komşunun sekiz kişilik yemek masası ve
misafirleriyle birlikte olduğu gibi aşağıya düşmesi ve hiçbir şey olmamış gibi
yemeklerine devam etmeleri şu an için en büyük hayalimdi. bir seferinde
apartmanla ilgili alınması gereken birkaç kararın görüşülmesi için gittiğim
evlerinde yemek masalarının yerini tespit etmiş ve ne olur ne olmaz
diyerek kendi evimde oraya denk gelen kısmı boşaltmıştım. sigaramın
külünü, elimi başımın gerisine götürerek çırptım. bir nefes daha aldıktan
sonra, yukarıdan gelen seslerden ve zemini döven ayaklardan yukarıda kaç kişi olduğunu
tahmin etmeye çalıştım. kesinlikle yemek masasını dolduracak sayıdaydılar.
aşağıya yapacakları yumuşak bir iniş durumu fark etmemeleri için yeterli
olacaktı. dostlarla beraber olmanın çerçevesini çizdiği bu mutlu tablo evin
hanımının masada fark ettiği bir eksiği gidermek için yerinden kalktığında
bozulacaktı. darmadağın bu salonla göz göze geldiğinde şaşkınlığını
gizleyemeyerek masada oturanlara dönecek, onun birkaç adım attıktan sonra donup
kaldığını görenlerse ne olduğunun merakıyla başlarını çevirdiklerinde önce
yüzündeki ifadeye şaşıracak, hızla salonu süzüp sonra başlarını kaldırarak
düştükleri deliğe bakacaklardı. bu nasıl olabilir demelerine fırsat vermeden
yerimden fırlayacaktım. çatacak kimsem kalmamıştı. kimseyi kırmamak için
incelte incelte neredeyse iğne deliğinden geçebilecek hale getirdiğim sözlerim
artık tahammül edilemez bir hal almış, içerisinde en ufak bir yanlışlık
barındırmasa bile kimsenin kabul etmek istemeyeceği bir şekle bürünmüştü.
aramalar kesilmiş, hal hatır sormalar son bulmuştu. kendime olan kinimi
başkaları üzerinden dile getirmemi sağlayacak, karşımda durarak en azından
kendi kendime konuşuyor olmamın önüne geçecek kimse yoktu. iç çeker gibi bir
nefes daha çektim. bu ne münasebetsizlik böyle, damdan düşer gibi evime
geliyorsunuz ve hiçbir şey olmamış gibi yemeğinizi yemeye devam ediyorsunuz,
hem de sofranıza buyur bile etmeden. evet, yalnız yaşıyor olabilirim ama bu
öyle kafanıza estiğinde evime gelme hakkını size vermez. benim yalnız kalmaya,
kendi kendime vakit geçirmeye hakkım yok mu? yalnız insanların her zaman müsait
olduğunu da nereden çıkarıyorsunuz? özel yaşam dediğiniz şey hayat ancak
biriyle paylaşıldığı zaman mı bir anlam ifade ediyor sizin için? hiç mi saygı
duymazsınız? bıkmadınız mı birilerini yalnız yaşadığı için tehlikeli görmekten,
her an her şeyi yapabileceklerine inanmaktan? onları hep kontrol altında tutmak
gerektiğine, toplumu düzensizliğe sürüklediklerine olan
inancınız, aileleriniz için tehdit unsuru olarak algılama
aptallığınız hiç sarsılmayacak mı? hayır sakın misafir ağırlamaktan
çekindiğimi, bunu zahmetli bir iş olarak gördüğümü falan düşünmeyin. insan en
azından bir haber verir canım. üstelik misafirlerinizi de getirmişsiniz. rica
ederim çıkın evimden. hiçbirinizi görmek istemiyorum. yemek masası kalabilir. böylece
biraz da olsa içimden geçenleri dökebilecektim. kağıda kaleme de
sarılabilirdim. elbette yapabilirdim bunu. ama yazmak zorunda kalmış herkes
bilir ki bu son çaredir. birileri içinden geçenlerin; sabırla, ayıplanmadan,
yargılanmadan can kulağıyla dinleneceğini bilseydi, bunları anlatabilecek
birilerini bulabilseydi hiçbir şeyi yazıya dökmezdi. kimse bir çift gözün
varlığını, bir nefesin sıcaklığını yazıya değişmez. çaresiz kalmasa, ölü gibi
masanın üzerinde yatan solgun kağıtlarla muhatap olmayı aklının ucundan
geçirmez. tavan çökmedi, eve kimse düşmedi. yerimden doğruldum. balkona çıkıp
elimdeki izmariti baş aşağı saksıya gömdüm.
sokağı hızlı adımlarla geçip
apartmandan içeri girdi. şaşırmış sayılırdım. yavaş yavaş içeri girip, kapıya
doğru yürümeye başladım. onun yukarıya çıkmasıyla, benim kapıya ulaşmamı aynı
ana denk getirmek istiyordum. kapıyı çalmasına ve kapının arkasında onu
beklediğimi düşünmemesini sağlayana kadar bekledim. bakıyorum da gözün yollarda
kalmış demesini istemiyordum. kimsenin gururunu böylesi bir hareketle
okşamayamazdım. hele ki hiçbirinize ihtiyacım yok, beni hayatınızdan
çıkarmazsanız, beni hepinizi hayatımdan çıkarmak gibi bir zahmetle baş başa
bırakırsınız dedikten sonra, birilerini görmek için can attığımı hissettiremezdim.
içeri girip doğruca salonun ortasındaki sehpaya yöneldi. cebinden dört-beş
paket sigara çıkarıp sehpanın üzerine bıraktı. belli ki gevezelik etmek için
gelmişti ve beni evde bulacağından neredeyse emindi. bunun başka açıklaması
olamazdı. işini bitirdikten sonra, yüzüme bakmayı nihayet akıl edebildi.
hareketlerinin kontrolsüzlüğü, ellerini nereye koyacağını bilememesindeki
acemilik tedirginliğini apaçık gösteriyordu. traşsız yüzünü kaşıdıktan sonra bir
sigara yakıp, kendini koltuğa bıraktı ve ilk sorusunu sordu.
-merak ediyorum, bu kadar boş vakti
nereden buluyorsun?
-hiçbir şey yapmayarak temin
ediyorum.
kapıyı kapattım. sabah beşte yatıp
yedide kalkmak zorunda kalmış gibi bir mahmurluk ve bir mecburiyet hissiyle
neredeyse ayaklarımı sürükleyecek biçimde yürüyüp karşısına oturdum. bu salonda
ilk defa bulunuyormuş gibi, alelacele, çevresini tanımak ve varlığına yönelmesi
mümkün her saldırıya karşı tetikte olmak niyetiyle etrafta gezdiriyordu
gözlerini. dünyayı tanımak adı altında yaptığımız ne varsa zaten, bilinmezliğin
korkusunu biraz olsun yatıştırabilmek içindi. ister balta girmemiş ormanlarda
araştırılan, isterse okyanusun dibinde peşine düşülen canlılar ya da insan
ruhunun derinliklerinde aradıklarımız olsun, hiçbiri onların varlıklarından haberdar
olmak adına değil, insanın hükmedemediği her şeye olan çekingenliğinden biraz
sıyrılabilmek uğrunaydı. insan önlem almayı keşfederek, kendini korumayı
öğrendi ve böylece kendini hapsetmenin önünü de açmış oldu. sınırları, çitleri,
kaleleri, evleri, kapıları, kilitleri kendi mevcudiyetinin devamlılık garantisi
olarak görüp, bütün tehlikeleri bu duvarların ardında bırakmayı umarken, bu
tarafta kendinin de tıkılı kaldığını göremedi. misafirim, odanın içindeki
gezintisini tamamladıktan sonra söze girdi.
-çok denedim ama insanları olduğu gibi
kabul edemedim bir türlü.
-onları olduğu gibi kabul etmen
gerektiğini düşündüren ne?
-kimseyle başka türlü bir araya
gelemiyorsun ve hiçbir ilişkiyi bu görmezden geliş üzerine oturtmadıkça
sürdüremiyorsun.
-ve hiçbir gelişme kaydedemiyorsun.
-nasıl yani?
-insan aklı, dünyayı olduğu gibi kabul
etmediği için şimdi bu haldeyiz. aksi halde -eğer ki tarihçilerin anlattıkları
doğruysa- mağaralarımızda günümüzü gün ediyorduk, mevcut durumu kabul
etmiş insanlar olarak.
-ilerlemeyi çok da matah bir şey
olarak görmediğini sanıyordum.
-görmüyorum. zaten bahsettiğim
gelişmişlik ileri doğru giderek değil, geriye doğru yönelerek sağlanabileceğini
düşündüğüm bir şey. birilerini dürterek hadi biraz daha insan olalım demedim
hiçbir zaman, insanlığımıza dönelim demeye çalışıyordum. insan, göbek bağı ana
rahminden kesildiğinde kirlenmeye başladı.
-oraya mı dönmeliyiz ya da dönmek için
çabalamalıyız?
-bu artık imkansız. ama içimizdeki tek
arzu bu bence. sığınacak bir kucak diye bahsettiğimiz şey ana rahminin tam
karşılığıdır. sevgi, şefkat, barınma, beslenme, güvenlik ihtiyacı. bunların
hepsini karşılar çünkü.
-benim dönmek ve de kalmak istediğim
tek yer onun yanıydı.
-neden yapmadın öyleyse?
-oraya dönemeyecek kadar kirlenmiştim
demek ki.
yerimden kalktım. mutfağa gidip ocağın
altını yaktım. buzdolabının kapağını açıp, hayır demesi ümidiyle aç mısın diye
bağırdım. pek değil diyerek karşılık verdi ve "pek değil"
insanın açlıktan ölme ihtimalinin çok uzak olduğunu bildiren bir işaretti.
tabakta kalmış son birkaç zeytini ağzıma atarak ve boş tabağı buzdolabının
içinde bırakarak kapısını kapattım. mutfak tezgahına yaslanıp, su kaynayana
kadar oyalanmak adına, ağzımdaki zeytin çekirdeklerini çırılçıplak bıraktım.
temiz hiçbir şeyim kalmamıştı. zor günler için sakladığım temiz iki bardağı dolaptan
çıkarmaktan başka çarem yoktu. sömürülecek bir tarafları kalmayan zeytin
çekirdeklerini şık bir hareketle çöp tenekesine fırlattıktan sonra kahveleri
alıp içeriye doğru yollandım. içeri döndüğümde sağ el parmaklarını dizinin
üzerine koymuş, boylarını eşitlemeye çalışıyordu ve hatta bunu dünya üzerinde
en iyi yapan insan olması muhtemeldi. yazık ki bu yeteneği, kuşaktan kuşağa
aktarılamadan yok olacaktı. kahvesini önüne bırakıp oturdum.
-bana kendimi çok değersiz
hissettirdi. varlığımın gerekliliğine dair hiçbir umut bırakmadı bende.
-milyarca kişi arasından denk geldiğin
birkaç kişi, sana hiç olmadığın kadar değersiz hissettirdi. daha fenası, geri
kalan milyarlarcasının aklına gelmesini engelledi. şimdi sen de gelmiş
insanlıktan umudunu kestiğini söylüyorsun öyle mi?
-insanlıktan değil, kendimden umudu
kestim.
-bak sana bir şey söyleyeyim. kırık
kalp tedavi edilebilir bir şeydir. ama birinin cesaretini kırmasına izin
verdiysen, ne kendi kendini tamir edebilirsin, ne de başkasının tamir etmesine
izin verirsin. kırılanın kalbin olduğunu sanmıyorum.
-duyduğum sevinci duyuyor mu yoksa
içimin içimi kemirmesinden mi geliyor bu ses? işte ben bunun cevabını alamadım
ondan hiçbir zaman.
-cevap vermek istemediği için
alamadın, ortada bir cevap olmadığından değil.
-bu eziyeti reva göreceği ne yaptım
ki?
-hiçbir şey. bu seninle gördüğü bir
hesap değil. kadın çoğu zaman, bir boşluktan atlarken, "burada
kalamam" ve "ya karşıya da geçemezsem" düşüncelerinin arasında
bocaladığı için düşüyor o uçurumdan. o tarafta kalmaya karar verse ya da
karşıya geçme kararlılığı gösterse daha sağlıklı bir birey olacak. karşıya
atlarken bile gözü geride. böyle olunca da karşıda onu bekleyeni de kendisiyle
beraber aşağıya çekiyor, sağlam bir iniş yapamadığı için. pek çok kez, birini
kurtarmak isterken boğulan insan haberi duymuşsundur. o panik hali, maalesef ki
boğulanın ve de onu kurmaktan isteyenin mahvı oluyor. o yüzden "bu, onun
hesabı" diyorum. ya onu öylece bırakıp kurtulmasını ümit etmekle vakit
geçireceksin ya da sana tamamen tutunup sarılamayacağı kadar bir mesafe
koyacaksın arana, seni de beraber batırmaması için.
-yalnız kalmak istemişti, evet.
-güldürme beni ne olur. bir kadının
dünyada isteyeceği son şey yalnız kalmaktır. bunu söyleyen bir kadının hiç
yalnız kaldığını, etrafının boş olduğunu gördün mü? bunu duyduğunda şunu anla
lütfen: beni serbest bırak.
kahvesindeki son yudumu, neredeyse
geriye düşecek kadar başını arkaya doğru atarak, midesine yuvarladı. yüzü
asılmış, hüsranı katlanarak çoğalmıştı. bitmek üzere olan sigarasının közüyle
yeni bir tanesini tutuşturdu.
-çakmak kullanmaz mısın?
-sadece ilk sigarayı yakarken.
kalanları birbirinin ucuna ekliyorum. gerçek bir tiryakilik bunu
gerektirir.
-prensiplerine böyle sıkı sıkıya
sarılan çok az insan kaldı azizim. peki ne zaman böylesi harika bir karar
aldın?
-gaz doldurmak isterken yanan birinin
hikayesini okuduğumda.
-niyetin çakmak gazının bitmesini
engellemek yani öyle mi? kibrit kullanmayı deneseydin ya da yeni bir çakmak
almayı.
-inan bunu düşünecek kadar vaktim
olmadı.
cümlesini bitirmeden yerinden
kalkmıştı. geldiğinden beri belki de ilk defa oturduğu koltuktan ayrılıyordu.
ömrü boyunca bunu planlamış gibi bir kararlılıkta kitaplığa doğru yürüdü.
gözlerini kısarak kitap isimlerini seçmeye çalışıyor, işaret parmağını üzerine
koyduğu kitabı daha net göreceğine dair bir inanç taşıyordu sanırım. içlerinden
birini çekip aldı. hızla sayfalarını gözden geçirdi. kitabın ortasında bir
yerde durarak okumaya başladı. "hızlı ama narin adımlarla gelip 'çok
bekletmedim değil mi?' diye sordu, saçlarını toplayarak masaya otururken.
'yirmi yedi senecik. lafını etmeye bile değmez' diye söylendim kendi
kendime."
-ömer gamyükü. ilk defa duyuyorum
adını. neyse, bu kitapların hepsini okudun mu?
-hayır.
-neden kitaplığındalar öyleyse.
-tabi ki kitaplık boş gözükmesin diye.
-e kitaplık almasaydın.
-inan bunun düşünecek kadar vaktim olmadı.
sırıtarak elindeki kitabı yerine
bıraktı. tekrar yerine doğru gelirken yüzü eski halini almış, omuzlarıyla
beraber aşağı çekilmişti. boş olduğunu her fırsatta söylediği kafasını, gövdesi
taşımakta zorlanıyordu. bakışlarını anlamsız bir sabitlikle boşluğa dikti.
-sabah evine gittim konuşmak için.
-ve tabi ki yine kavga ettiniz.
-nereden biliyorsun?
-kadın erkek kavgalarının çoğu
sevişecekleri yerde konuştuklarından doğuyor inan ki.
-beni sevmesini istedim ondan sadece.
bu kadar zor muydu?
-hayır, en az senin onu sevdiğin kadar
sevmesini istedin.
-bu zor mu peki?
-bak, karşısındakinden aynı oranda
sevgi bekleyen insanın hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdır. eşit dereceli
karşılıklı sevgi ahengi bozar. dans eder gibi düşün. biri eğer ileri adım atıyorsa,
diğeri ayağını geri çekmek zorunda. yoksa o birliktelik yürümez ve biri mutlaka
birinin ayağına basar. eğer uyum içerisindeysen, bundan fazlasını
istemeyeceksin.
-istemediğini söyleyebilirdi,
sevemediğini söyleyebilirdi. insanların en çok kırmamak için
söylemediklerine kırılıyorum ben. gerçeği öylesine apaçık bir şekilde, bütün
içtenliğimle kabul edebilecekken hep ihtimallerin en kötüsünü düşünmek zorunda
kalacağım bir endişe denizinin ortasında bıraktı beni.
-istenip istenmediğimize dair pek çok
işareti karşımızdaki bize sunuyor aslında. gizli bir kabulle
ilişkilerimizi sürdürüyoruz. farkında olduğumuz bir yalanı gerçekmiş gibi
görüyoruz, karşımızdaki de söylediğinin aslında ne manaya geldiğini bilerek
konuşuyor. sadece görmek istemeyerek daha büyük bir yıkıma doğru yol
alıyoruz. belki de yenilgilerimizin de büyük olmasını arzu etmemizden
kaynaklanıyor bu. yenilgi de olsa kimse daha küçüğünü benliğine yakıştıramıyor
olabilir. kayıtsızlıktan daha büyük bir gösterge olabilir mi? başka bir şeylere
yönelme, düşüncesiz davranışlar sergileme, bile isteye incitme... bunların hepsi
birer işaret değil mi? olanı görmek istemiyoruz yahut bu davranışları başka
şekilde yorumlayarak, en azından düşündüğümüz gibi olmadığını bilmenin bize iyi
geleceği hissine meylederek kendimizi rahatlatıyoruz. "acaba beni seviyor
mu" sorusunun tek cevabı vardır: hayır.
-belki de zamana ihtiyacı vardı.
-ahmak. bak, düşünürün dediği gibi
"intikamda ve aşkta kadın, erkekten daha barbardır" arzu duyan
kadının önünde zaman bir engel değildir. istiyorsa gider ve alır. kadın
almamışsa, istememiş demektir.
-peki benim onu istemem ne olacak?
-insanlara mucize gösteremezsin,
onları bununla ikna edemezsin. birbirini deli gibi seven iki kişiden toplum
nefret eder. çünkü bu ortalamanın yıkılması manasına gelecektir. birini deli
gibi seven kişiden de karşısındaki ürker. kendisini sorgulamasına sebep
olursun. bir insana, bu kadar sevilmeyi hak edecek ne yaptım diye düşündürmeye
başlarsan, bu sevginin altında ezilecek ve ilk fırsatta bu yükten kurtulmayı
isteyecektir. sanma ki ben de bu sevginin karşılığını vereyim diye çabalasın.
daha önce de anmıştım bu cümleyi "insan aklı kolaya kaçmakta ne kadar da
esenliklidir"
-bana attığı ilk kazıkta bitirmeliydim
belki de bu işi.
-birine ikinci şansı vermek, harcadığı
ilkinin üzerinde tepinmesini ve nasılsa sonu yokmuş bunların diye düşünmesini
sağlar sadece.
-nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun?
-ne konuştuğuma bir daha dönüp
bakmayarak.
yenilgisini kabul etmişti, bunu
biliyorum. sadece güzel yenilip yenilmediğinin merakı içerisindeydi ve bunu
onaylatmak için birine ihtiyacı vardı. belki de tam tersine onu
cesaretlendirmemi istiyordu. eğer elinden geleni sonuna kadar, hiçbir çaren
kalmayana kadar yapmazsan, dönüp baktığında yapmadıklarının pişmanlığını
yaşarsın, çabasız bir sevgi mümkün değil, hem sana birden bire gönül vermesini
istemen yeterince bencil bir davranış değil mi, kendini daha çok sevdiğini
göstermez mi bu, demem gerekiyordu belki de. git ve ayaklarına kapan. hem
itaatin kötü olduğunu düşünmemizi gerektiren şey ne? bir boyun eğiş bizi
huzurlu ve de mutlu kılabiliyorsa, itaatsizliğin içinde ne diye kıvranacağız?
kalpten gelen bir itaat, sancısını çektiğimiz pek çok sıkıntıyı ortadan
kaldırmaya yeter de artardı bile. bu galip gelme istediği de neyin nesi? kendi
arzusuna başkaldıramamış insanın, başkasına başkaldırışına sahici diyebilir
miyiz? herkes taleplerini birkaç istekle sınırlı tutarken, nasıl olur da
bunlara ulaşamaz? ben sevilmek istiyorum diyen bir kadının arzusu bu mu
gerçekten? yoksa isteği, istediği kişi tarafından sevilmek ve istediğinin
binlerce özelliğinin olması mı? şefkatli bir omza baş koyabilmeyi dünyalara
değişmeyeceği söyleyen bir erkek, nasıl oluyor da daha sonra göz rengiyle,
boyla, kiloyla bir şeyleri idealize etmekten geri duramıyor? kadın;
kendine duyulan hayranlığı seviyor, erkek; hayranlık uyandıracak birine sahip olma
hissini. birini sevmemiz nasıl oluyor da karşımızdakinden çok bizimle alakalı
olabiliyor? ihtiyarlar gibiyim. artık kendi yapamayacağı fenalıkları,
başkalarının da yapmaması için öğüt veren ihtiyarlar gibi. biraz aklım olsaydı,
başkalarına akıl verecek kadar olmadığını elbette anlardım. aradığım anlamı
parkelerde bulamayınca başımı yerden kaldırdım. yeni bir sigara yakmış,
gözünden damlayan yaşları sigaranın közüne denk getirmeye çabalıyordu. sigarayı
alıp diline basmak geçti içimden.
-bir erkeğin yanında ağlamaktan daha
beter bir şey varsa, o da bir erkeğin karşısında ağlamaktır. kes şunu,
lütfen.
-abi anladım ki insanın
karşısındakini dilediği gibi sevmesinin önündeki en büyük engel yine
karşısındaki. sevdiğini aradan çıkardığında artık doya doya sevmenin önünde
hiçbir engel kalmıyor. ona olan sevgim o kadar büyüktü ki. o beni defalarca
aynı anlamsızlığın içinde bir başıma bırakıp gitmesine rağmen, fark ettim ki
ben onu hala, yokluğumun acısını ona yaşatamayacak kadar çok seviyorum. neyse
ki artık hepsi bitti. artık bir yere gidemeyecek.
-ne yaptın sen?
-başına sert bir şeyle vurmak zorunda
kaldım. onu öldüresiye seviyormuşum, bunu anladım.
ne yapacağımı bilemeyerek yerimden
fırladım. ellerim titremeye başlamıştı. bağırıp çağırmakla, soru sormak
arasında kararsızdım. ağzımdan hiçbir küfür çıkmamış olmasına şaşırıyordum
diğer taraftan.
-aptal herif. yaşıyor mu?
-soramadım, cevapsız kalmaktan
korktum. beni bir kez daha karşılıksız bırakmasına dayanamazdım.
hızla kapıya doğru yöneldim. dişlerimi
sıkıp, intikam yeminleri ederek koşmaya başladım. bir umut belki yetişebilirim
diye bir gayrete giriştim. "seninle görüşeceğiz gerizekalı" diye
bağırarak kapıdan çıktım.
bu
kadar çabuk olacağını planlamamıştım. aşağı inip apartmandan dışarı adım
attığımda onun eğri büğrü yazılmış bir harf gibi yerde
yüzüstü yattığını gördüm. başından akan kan beton zemine yayılıyor, neredeyse
yarılanmış sigarası ölü parmaklarının arasında tütmeye devam ediyordu. yanı
başında dizlerimin üstüne çöküp kaldım. parmaklarının arasındaki sigarayı alıp
bir nefes çektim ve dünyanın bütün anlamsızlığına üfledim.