16 Mayıs 2013 Perşembe

kapanış

dostum mesud'a

evden çıkarken anahtarlarını ve cüzdanını almanın çoğu zaman "her şey tamam" hissi verdiği bu dünyada, kelimelerini alıp giderken aynı duyguyu bir türlü yaşayamıyorsun. kitaplarını ya da bir sözlüğü yanına almak gibi değil çünkü kelimeleri taşımak. çünkü "kelimenin tam anlamını bize sözlükler verseydi, çiçek koklamak anlamını yitirirdi" dediğimde -her şeyimin kelimelerden ibaret olmasına ve hiçbir şeyin beni onlarla vakit geçirmek kadar oyalamamasına ve hiçbir şeyin onlarla oynamak kadar bana keyifli gelmediği yaşantıma rağmen- yazmanın boşluğunun yazmamaktan da büyük olduğunun da bilinciyle, yani aslında ne söylense eksik kalacak düşüncesini hiçbir zaman gözardı etmeyerek, yine de her seferinde son sözümü söylemek gibi bir gayreti barındırdım. bu da benim "nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak" tanımımdı. bu edebiyatla kirletmeden nasıl anlatılır diye bir cümle kurmuştum, çünkü hakikat bile edebiyata bulanınca gerçekliğinden koparılıyor gibi geldi. ya da yazılan hiçbir şeyin yaşanılanı karşılamadığı gibi. birinin ağıdını türkü diye dinlemek, kederini roman diye okumak, ıstırabını şiir gibi görmek acının muhatabına büyük bir haksızlık diye düşündüm hep. ve yazmak işte böyle, bir türlü sadede gelinemeyen bir şeydir.  


beş-altı ay önce tasarladığım bir hikaye vardı. bitirdiğimde, daha önce yazdığım iki hikaye ile birbirine bağlanacaktı. hayatımda ilk defa, sonunun nasıl olacağına yazmaya başlamadan önce karar verdiğim bir öyküyü yazmaya niyet ettim ve tabii ki yazamadım. araya bir dünya mesele girdi ve hikaye taslak olarak kaldı. kafamda çevirip durdum ve bunu yaparken cür'etime bak ki insana ait ne varsa bir seferde söylemek ve uzun bir süre bir şey yazmamak düşüncesini taşıyordum. bir türlü olmadı. aşık ismetî'nin "düştüm ibret aldım, kalktım unuttum" diye bir şiiri vardır. pek sevgili necati hoca, bu mısrayı kullandığı bir şiir getirip "şuna bir bak, sağını solunu düzelt" dediğinde "insan; kanatlı melek, kanatsız şeytan" mısrasını okuyup durmuş ve neresi düzeltilebilir insanın diye düşünmüştüm. ve yazmak işte böyle, daldan dala atlanılan bir şeydir. 



bugün birkaç tane görüntü izledim. bıçaklanan, demir çubuklarla dövülen, tekmelenen, kurşuna dizilen kan revan içindeki insanların başlarına gelen felakete nasıl çaresizce boyun eğdiğine şahit oldum. hem de bunu yapanlar, kendi haklılıklarına olan sarsılmaz inançlarının eminliği ile eylemlerini gerçekleştiriyorlardı. sevgili murat abi ile şiddet üzerine bir şeyler konuşurken, o şiddetin değil de karşısındaki çaresizliğin daha dayanılmaz olduğu hususunda birkaç şey söylemiştim. elim kolum bağlı, onların çaresizlikleriyle beraber, çaresiz kaldım. en çok da bunları yapanların bir insan olması, aynı kötülüğü benim de içimde barındırdığım fikriyle korkunç bir utanç uyandırdı bende. sonra kendi acılarımı düşündüm. nasıl hiçe indiğine tanıklık ettim. bir sözü dünyamı cennete çevirecek insanların, bunu benden nasıl esirgediklerine sitem ederken, insan denilen canavarın dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğini gördüm. ve yazmak işte böyle, hiçbir yaraya merhem olmayan bir şeydir. 



neredeyse her gün, bir şekilde suça bulaşmış, her tavrından salt kötülük akan insanlarla tanışıyorum. onlara bakarken kendimce, şartların insanı getirdiği durumu göz önünde bulundurmaya çalışarak var oluş biçimlerine bir geçerlilik bulmayı umuyorum. üzülüyorum hallerine, anlamaya, bir çıkar yol bulmaya çalışıyorum. biliyorum ki umut etmek güzeldir ama dünya hiçbir zaman, bir önceki gününden daha güzel bir yer olmadı. yine de, elbet umut vardır diyorum. -ve sevgili said öyle şahane "umutsuzluk haramdır" demişti ki- , bir gün güzel bir şeyden bahsedecek bir şey yazana dek bir şey yazmak istemediğim fikrini bu sebeple kendime tekrarlıyorum. ve yazmak işte böyle, en çok kendine söylemektir.  



bütün bu olanların, olmayanların, hataların, günahların, hayatın, dünyanın içinde, "insan nedir ki iyi olsun" çok iyi bilerek, içimden "insanız, affet" demekten başka bir şey geçmiyor. hem kırıp döktüklerim, hem de kırılıp dökülen yanlarım için. 


ve yazmak işte böyle, yazmayacağını bile yazmaya muhtaç bir halde dile getirdiğin bir şeydir.

12 Mayıs 2013 Pazar


oğlum aç değilsin, açıkta değilsin. ne yalnızlığı?
-bir anne sözü-

bir şey olmuşsa olabiliyor demektir. olmamışsa da olabilir demektir. her şey mümkündür ama her şey imkan dahilinde değildir. bir şey muhtemel kılınabilir ya da her şey ihtimal dışı bırakılabilir. olmayacağından emin olunabilir belki ama olduğundan emin olunamayabilir. bir şey başka bir şey ile bitebilir ya da hiçbir şeye her şey ortadan kalkana kadar bitti denilemeyebilir. anlaşılabilir bir şey, anlamlandırılamayan bir şeye dönüşebilir. insan çok iyi bildiği bir şeyi kendine anlatamayabilir. bildiğimiz değil de duyduğumuz bizi yıkabilir. bazı sorular gerçeği pekiştirmek, bazıları da gerçeği yok saymak için sorulabilir. dünya bizi, o kapıdan çıkarsan bir daha buraya dönemezsin diye tehdit edebilir. her şeyimiz bir gün, hiçbir şeyimiz bile olmayabilir. yazgı başa gelen en güzel şey olabilir. kabul edilebilir bir en kötü, kabul edilemeyen bir en iyiden daha huzurlu gelebilir. kaygı teslimiyetin yokluğudur. aslında durum tam olarak böyle olmayabilir. tam olarak böyle olmayan her şey çünkü kaygıyı doğurur. birileri en doğrusunun bu olduğuna kanaat getirebilir ya da hiç kimse en doğrusunun ne olduğunu bilmek bile istemeyebilir. hata affedilebilir bir şeydir ama biri de çıkıp -bana yaptığını sana bağışlıyorum ama kendine yaptığını nasıl bağışlarım- diyebilir. bir şeyin insana özgü olması, insana özgü olan hiçbir şeyin yanlışlığını ortadan kaldırmayabilir. bizim yıkılan duvarlarımız, başkasının katını yükseltebilir. bir insanın alçalması değil de, çakıldıktan sonraki o haline tanıklık ediyor oluşumuz canımızı sıkabilir. bir gecede bütün dişlerimiz tutmaz hale gelebilir. telafi edilebilir bir dün, dönüşü olmayan bir yarın halini alabilir. bir boşluk kendisini durmadan var kılabilir. bir yol yalnız da yürünebilir ama her yol bu yalnızlığı kaldıramayabilir.  


ama böyle şeylerden annemize bahsedemeyiz. mesela onlara, kalbimizi kıran kadınlardan ya da yarım kalan her şeyin bizde bıraktığı tortudan söz açamayız. çünkü annemiz bol endişedir, çokça sara nöbetidir annemiz. ele muhtaç olmamak ama öpecek bir el aramaktır annemiz. ama böyle şeylerden annemize bahsedemeyiz. hamsun'un açlığından ya da kierkegaard'ın titremesinden, annemize cehennemden. çünkü onun yarattığı cennete nankörlüktür her sözümüz. çünkü gövdesine taş yiyebilir annemiz ve yıllarca saklayabilir sızısını  ses etmeden. hiçkimseyi yanına götürüp işte bu o diyemeyiz. çekip gitmelerden ya da kalmaya mecal bulamamalardan söz edemeyiz. ancak rüyamızda görürüz. sesini bir kez daha duyabilmek için ne varsa susturmayı göze alabileceğimiz hatta küstahça, dünyayı yerinden oynatacak gücü kendimizde bulmamız ama o parmaklarımızın ucunda yatarken hiçbir şey yapamamızdır annemiz. ama annemize böyle şeylerden bahsedemeyiz. aslında annemize hiçbir şeyden bahsedemeyiz. eve geldiğimizden, yemek yemek üzere olduğumuzdan, onu özlediğimizden bile. çünkü bir daha candan gülemeyeceğimizin garantisidir annemiz. ve annemiz öldüğünde sadece "artık yaşlanmayacak" diye sevinebiliriz.