kesin konuşmayı seviyorum sanırım. inkar edecek değilim, bu tavrın bana insanlar nazarında kazandıracağı duruşun gururu adına, bile bile yanlış yaptığım, aceleci davrandığım, sonradan pişmanlık duyduğum konuşmalarım oldu. bir şeyleri bir arada tutan bir ip yerine, üzerine bırakılan ipek bir mendili ortadan ikiye ayıracak keskinlikte bir kılıç herkesin gözünde daha şatafatlıdır. görkem hakkaniyetli bir değerlendirmeyi engeller. iyi-kötü ayrımı gösterişin altında ezilir. emin olmanın, karşı tarafı kendinden şüphelendiren bir tarafı vardır. bunu kullanmaktan hiç çekinmedim, hiç kaybetmedim. yüzünü bir daha görmek istemiyorum dediğim kimselere, bari bir kere yüzünü göreyim deyişim, kesinliğimin delilidir. hazırlanmadım, yanıma hiçbir şey almadım. bir daha dönmemek üzere evden ayrıldım. ayrılık; özlem başlangıcı, yangına kıvılcım, tene paslı bıçak, zihne patika yol, akla yerçekimi, kalbe dönüş ve dilin kemiksizliğine ispat.
hayatım, kullanılamaz hale gelen eşyanın, taksitlerinin henüz bitmemiş olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmiş gibi bir hüzünle kaplıydı. yaşamadığım bir ömrün bedelini ödüyordum ve bu ziyadesiyle canımı sıkıyordu. dünya o kadar hızlı dönüyor ki bütün çıkış tabelalarını kaçırıyordum. su akıyor, çark dönüyor, başaklar öğütülüyordu. ne zaman yavaşlamaya niyetlensem kulaklarıma çarpan korna sesleri, küfürler, yürü deyişler hep bir ağızdan, sapmak üzere olduğum sözde hatadan beni çevirmek için olanca çabukluğuyla hareketlerime yön veriyordu. işte bu yüzden böyle şeyleri yolda düşünüp, karara bağlayamazdım. apar topar eve atmak için kendimi, saat aralıklarının, tek çizgi pantolonların, boyalı ayakkabıların, evrakların, dünyanın bütün numarasının arasında canımı zor kurtarmış gibi, soluk soluğa kalıyordum. nefes alabildiğim, dünyanın balkonundan ayaklarımı sarkıtıp aylaklık edebildiğim tek yerdi burası. ümit satmak için tezgahımı açtığım bu yerin daimi müşterisi idim. burada terazinin kefelerindeki hilesizlik bütün hesapların doğruluğuna beni ikna ediyordu. ben saksıma eşitlik ektim. yarısı bana, yarısı kendime. bir yarın ancak böyle temin edilebilirdi. ama tek başına bir yarın bana ne için lazımdı? ne işe yarardı? kararımı verdim, artık burada kalamazdım.
dünyanın üzücü üstünlüğünü kabulleneli çok oldu. eskiden daha iyimserdim, kıyametin kopacağını düşlerdim. şimdi ise hiç bitmeyecekmiş gibi bu kargaşanın süreceğine neredeyse eminim. artık saklanmak yoktu, kenardan yürümeler, bomboş sokakları seçmeler yoktu. dosdoğru kalabalığın içine yürüdüm. caddeler, dükkanlar, çay bahçeleri, nerede kullanılacağı belli olmayan bir çuval insanla dolu. siz çok konuştunuz, hem de patavatsız bir biçimde. hiç hesap vermediniz, kimse size sormadı. sorulacağını düşünmediniz. sorulunca kafanızı çevirdiniz. bu sizin kaçtığınız son gün olabilir. yuvarlak bir dünyada sizi köşeye sıkıştırmak gibi bir idealin peşinde, sürüklenmek pahasına, her şeyi göze aldım. bir zamanlar sevtap vardı. hayatımda hiç kimseye bu kadar acımamışımdır belki. aynı sınıftayız. birbirimizle hiç konuşmuyoruz. zannedersin gözlerinde nemlendirici var, hiç kuru olduğunu görmedim gözlerinin. dört-beş adam bir kız çocuğunu dövüyorlarmış da, ben de öyle seyrediyormuşum gibi bir vicdan azabıyla bakıyorum ona. gözlerim gözlerine değince, ipince bir tebessüm ve müthiş bir utançla göç ediyor başka bir evrene. geçip giderken, bir şey isteyecek de çekiniyor gibi. sonra tanışmıştık bir şekilde. tartsan kırk kilo ya gelir ya gelmez. yıllar sonra "kırk kilo bir insan dünyaya nasıl yük olur" cümlesini okuduğumda, varlığı aklımda ağırlık yapan tek şeydi. bir derdi var da anlatmıyor, ki o zamanlar derdi varmış gibi yapmak da fiyakadan sayılmıyordu. yalnız kalmadığımız sürece konuşmuyor, konuşacak olsa yüzüme bakmıyor. yüzüme bakınca dudakları titriyor. kursağındaki düğümlerden bir salıncak, ben boğazımdan asılı sallanıyorum. ne taşıyorsun orada diyemiyorum ama o söyleyemem diyor. bana da mı diyorum, zaten sana söyleyemem diyor. elimden hiçbir şey gelmiyor. sanki dünyaya, acizliğin ne olduğunu bana öğretmek için gönderilmiş. ağzından hep bir gitmek düşüyor, tutulamıyor. bir gün gitti gerçekten. bir parça kağıt koparıp bir şeyler yazmıştı. avucuma sıkıştırıp uzaklaştı. bir daha da haber alamadım zaten, yaşıyor mu bunu bile bilmiyorum. beni gözlerinin ucuyla süzüp gülümseyen kız artık yok diye seslendim bir gün, duymadı. seneler önceydi gideceğim dediğinde. beni sevdiğin için teşekkür ederim demişti. bu nasıl anlatılır? edebiyatla kirletmeden nasıl kağıda dökülür bilemiyorum. seni seviyorum değil, ben de seni seviyorum değil, beni neden sevmiyorsun değil, beni neden daha çok sevmiyorsun değil, beni sevdiğin için teşekkür ederim diyerek gitti. çok çok sonra öğrendim, başkasının ayıbını taşımak zorunda olmak ne ağırmış, insan nasıl çaresiz kalırmış, birini kaybetmemek için nasıl bin parçaya ayrılırmış çok sonra öğrendim. çünkü sizin saçma sapan yargılarınız vardı, kipkirli elleriniz on beş yaşında bir kızın boğazında, nefes aldırmamalarınız vardı. hiçbir şey için olmasa bile bunun için nefret edilebilir sizden. tanımıyorum bile mi diyorsunuz? en çok da tanımadığınız, umrunuzda bile olmayan insanlara yaptıklarınız için nefret edilecek sizden.
ben bunları niye anlatıyorum? yalnızım diyebilen insanın, kendisiyle konuşmuyorsa, yalnız olduğu söylenebilir mi? çağrısına bulamadığı karşılığa kimsesizlik denebilir ancak. o zaman ben bunları kendi denklemimi sağlamak için mi yapıyorum? pek çok şey denedim. hiçbiri işe yaramadı. ben yöntemimden eminim, şartlar hiç değişmedi. yapmayın rica ederim, şımartılmamış insan, aldığı övgüden şüphe eder. gidip birine sizin gibi güzel kadınların sevgilisi nasıl olunuyor diye sorsam, bunu sormayarak diyeceği apaçık ortada ya da senin için çok kıymetli olan bana, aptalca bir iş için harcadığın zamanı bile ayırmayarak, nasıl değerli olduğumu düşünmemi bekleyebilirsin benden diye sorsam sana, buna hiçbir gerekçe iliştiremezsin. bu yüzden ben, üzgün olduğunu söyleyen kimseye aynı hatayı ikinci kere yapma şansını mutlaka veririm. bu üzüntüsünün sahteliğini gösterir bana. çünkü bir şeye kıymet atfetmek dikkat kesilmeyi gerektirir. çünkü ben diş geçirerek deneyimlediğim gerçekliğin acısını, aldanarak tat aldığım hiçbir mutluluğa değişmem. dinleyip üzülürseniz sevinirim. şimdiden teşekkür ederim.
meydanın arka tarafındaki parkta, oturağın diğer ucuna kendimi bıraktım. selamsız sabahsız, niye böyle oldu dedim. faik kırk sekiz yaşında. kolları katlanmış gömleğinin üzerinde bir yelek, yeleğinin cebinden körüklü saatinin zinciri sarkıyor. elini cebini atıp saatini çıkardı. gözlerini kısarak baktı. nereden de açtın bu bahsi. onunla tanıştığım gün hayatımın en mutlu ikinci günüydü. birincisini onu unutmaya ayırdım diye kendi kendine konuşuyormuş gibi söylendi. birbirini bu kadar seven ve bu kadar iyi anlayan, bu kadar hak veren, bu kadar isteyip de istediğini yapamayan iki kişi, birbirini ancak bu kadar üzebilirdi, ancak bu kadar kavga edebilirdik, ancak bu kadar kötü bitebilirdi diyerek saati yelek cebine bırakıp, elini diğer cebine soktu. yokmuşsun gibi davranamam asla. işin kötüsü varmışsın gibi de davranamıyorum. bu yüzden bir kez daha nefret ediyorum kendimden. bir ömrü birlikte geçiremeyeceğimiz için kaç defa ağladığımı hatırlamıyorum. ben ki ne aldatıldığımda, annem karşımda sinir krizi geçirip bayıldığında, hayatımdaki her şeyi çöpe attığımda, ne de aylar boyunca tek bir çekyat üzerinde yaşayıp, parasızlık yüzünden çaresiz hissettiğimde ağladım. babam öldü, ağlamadım. belki de annemden, o sabrına hayran kaldığım kadından, kalacak en büyük miras olacak şu söz bana, "bir erkeğin karşısında asla ağlama". ama ben ilk kez sende bu sözü tutamadım. hayatım boyunca hayattan kopuk yaşadım. ortaokul yıllarıydı, ilk tanrı kavramı yabancılaşmıştı bana. zamanla daha da arttı inançsızlığım. sana hiç söylemedim ben bunu, eminim sen hissetmişsindir ama bir de bu engel olsun istemedim bize. ben sana inandım. aşka inandım. imkansız kavramına inanmadım hiç, hala da inanmam. bu yüzden vazgeçmeyi yeterince istememek olarak adlandırışım. ama sende şunu gördüm ki sevmen yetmiyor. en azından bana yetmiyor. çünkü tüm bu yaşananlardan ve tüm bu inançsızlıktan sonra beni mutlu edecek tek bir şey kalıyor geriye. ve bunun ne olduğunu en iyi sen biliyorsun. o ki benim hayata olan inancımı hala ayakta tutuyor, o benim yaşamam için en büyük sebep, o benim tanrım. içimden bir ses asla anne olamayacağımı söylüyor, hatta çok da fazla yaşayamayacağımı. yine de denemek zorundayım. babama son baktığımda hala aklı başındaydı. etleri kopuyordu vücudundan ama aklı başındaydı. en büyük pişmanlığının "ben" olduğunu gözlerinde gördüm ölmeden bir gece önce. herkes ona dualar ederken ben kulağına onu affettiğimi fısıldadım. on dakikayı bulmadı ölmesi. gözlerinde gördüm bu pişmanlığı ve aynısını yaşamayacağıma yemin ettim o gün. buna rağmen çocuğumun babası olamayacağını biliyorum, inan bana sebeplerini de anlıyorum. ama bundan sonra kiminle birlikte olursam olayım, yaşadığım en güzel şeysin sen. ne olur, mutlu olduğunu söyle bana ya da en azından bir gün daha mutlu olacağımızı. başkasıyla daha mutlu olacağımı söyle. yoksa başka türlü kendimi avutamam. hep konuştum seninle, anlattım kendimi sana. aslında seni en az senin kadar anladığımı biliyorsun. ama benim sesim hep kızdırdı seni, yalan gibi geldi, öylesine söylenmiş gibiydi senin için her şey. güldün geçtin her söylediğime. tıpkı sessizliğinin bendeki anlamı gibi. en başından beri, beni koca bir sessizlikte bırakıp, her şeyi senin düşündüğün gibi anlamamı istedin. şimdi bu sessizlikte, beni kimsenin sevmediği kadar sevdiğine mi inanabilirim sence, yoksa bir hiç yüzünden bu ilişkinin ziyan edildiğine mi? seni üzmek istemedim, eminim sen de istemedin. ama üzdüm biliyorum, özür diliyorum senden. sana hala kızmaya hak gördüğüm için. ne zamandır saklıyorsun bunu diye sordum. dedi ki yirmi üç sene. dedi ki her fırsatta onu ne kadar sevdiğimi söylediğim kadın, ilk fırsatta beni terketti. kavun değil ki koklayalım değil mi? hep bu öngörülmezliği, bu belirsizlik karşısındaki çaresizliği paylaşmak istemişimdir. ne güzel söylemişti ölü bir arkadaşım "kaba saba, ne güzel yaşıyorlar aşklarını" diye. aşk, kaba saba adamların işidir faik, yirmi birinci yüzyılın çıtkırıldım insanının değil. zaten dört işlemi bilen birinin, aşk dediğine hesap karıştırmayacağına inanmıyorum ben. inanmak mı kaldı? akla tapan, kendi aklını mevcudiyetinin şaşmaz yol göstericisi yapan insanlarla dolu bir dünya yarattılar. kendine güvenmeklerle, ayakları üzerinde durmaklarla hepimizi kimsesiz bıraktılar. o diyorsa doğrudur yok, kendimden çok sana güveniyorum yok, koluma gir, elini omzuma at, sırtını bana yasla yok, bu benim aklıma yatmadı var sadece. hepimizi "ben böyle düşünüyorum" diye bir cehenneme attılar. ihtiyaç duymayı lanetledikleri için, su isteyen bütün çiçekleri ezip, yerlerini plastikleriyle doldurdular. bir şeyler var faik. anlatılacak kimseler yok değil. insan mutlaka bir dil bulur, yazar, ses çıkartır, boyar, dans eder, susar, kusar. kusar be faik. görün der, şu etle kemikle örtülmüş sıkıntıyı bir görün. iç kanama gibi sessiz, duyun der faik. mesela görüp geçtiğin, belki yüzüne bile bakmadığın nicesi, yani diğer taraftan birinin, yüzünü görmek için can attığı birisi. kantarın topuzunu kaçırmak istemezdim. anlatılacak kimseler yok değil. ama insanın kulağının arkası bile, kendisine ne kadar uzak.
sustu, bir şey demedi, belki anlıyorum demeye utandı. iç geçirerek, içimden geçenlere su serptim. yeniden dünyanın telaşını duymaya başladım. oturduğumuz yerden, ağaçları gözlerimle aralayarak meydana baktım, bir koşuşturmaca vardı. elinizi çabuk tutun diyordu bir ses. dört kişi ağır aksak taşıyarak meydanın parka yakın tarafına bir kürsü getirdi. sağa sola oynatarak yerleştirip ortadan kayboldular. yerimde kıpırdanıp duruyordum, gidiyor musun dedi faik, ben hep buradayım. bir elimle dizini sıkıp bıraktım. hızla kalktım yerimden. arkamdan seslendi "dünyada dostluk vardır be, o da ölmedi ya".
heyecanlı değildim. avuçlarımın içi hariç her yerimde ter damlaları vardı. kendi yağmurumla ıslanıyordum. sağa sola bakmadım, gözlerim yerde yürüyerek kürsüye yaklaştım. ellerimi üzerine koyup konuşmaya başladım.
kardeşlerim, sakinliğinizi muhafaza etmeyin. kardeşlerim, sakinliğiniz küfleniyor.
çürük kokusu yayılan bir toplumun açıklaması başka türlü yapılamaz.
kendisinden şikayetçi olmayan kimseden,
başkasının ipinde sallanan bir kukladan daha fazlası olamaz.
yoldan geçen birkaç kişi dönüp bana doğru baktıktan sonra yoluna devam etti. sesimi yükselttim.
dünya, pili efendilerin elinde bir oyuncak değildir.
farkındalık diye tutunduğumuz dal,
akvaryumun içinden seyrettiğimiz okyanustur.
bizi "biliyorum" diye bir tohumla avuttular.
"yapıyorum" bahçelerinden bizi çekip kopardılar.
herkese birer mevcutlu krallıklar vaat ederek,
bize bir arada yaşamayı unutturdular.
her birimizi üst üste istifleyecek kadar yakınlaştırıp
ve fakat birbirimizden habersiz kıldılar.
her bireyi, kendi bireyselliği ile çerçeveleyip,
kendisinden başka her şeyi unutturdular.
bakıp üzülmek kaldı bize, üzülüp kahrolmak, oturduğun yerde kalmak.
elini uzatmak fikrini bizden aldılar.
kürsünün önüne beş-on kişi yaklaşıp dinlemeye başlamıştı. konuşmamı sürdürdüm.
insanları, elleriyle ürettiklerini yiyemeyen, giyemeyen kimseler yaptılar.
topraklarınızı asfaltlayarak sadece, efendilerin sofralarına daha hızlı hizmet götürmemizi sağladılar.
maaşa bağladılar bizi, bizi antlaşmalarla, sözleşmelerle, kontratlarla bağladılar.
size dediler faturalarınızı ödeyebileceğiniz paralar vereceğiz.
yeter ki neden ödemek zorunda olduğunuzu sormayın.
üzülmeyin dediler, dara düştüğünüzde
krediler çekebileceğiniz binalar dikeceğiz.
çocuklarınızı eğitip her şeyden habersiz kişiler yapacağız.
bizi ağzı yok dili yok, dört tane duvara sahip olabilmek için
ömür boyu dişimizi sıkarak çalışmakla ödüllendirdiler.
o duvarın harcını karan, demirini taşıyan kimselerden
en kısa zamanda işlerini bitirmeleri istediler ama
onlara en uzun vadede bile oralarda asla oturamayacakları da telkin ettiler.
dünyanın bir kısmına ideal ölçülere geleceklerini vaat ederlerken
bir kısmına açlıktan ölmeyeceklerini bile garanti edemediler.
kalabalık artıyordu. kadınlar bir taraftan huysuzlanan çocuklarını sakinleştirmeye, bir taraftan söylediklerimi kaçırmamaya çalışıyordu.
insan kendi hezimetinin hazırlayıcısı ve en büyük destekçisi ve buna hiç şaşırmıyor.
kardeşlerim, bir insan ancak, insanlığın mutluluğu için gayret edebilir,
aksi sadece karşılığını parayla ödediğimiz,
uçup gidecek ve yenisi için daha çok karşılık ödemek zorunda kalacağımız sahte mutluluklar doğurur.
dünya daha hızlısı için bedel ödediğimiz ama hiçbir yere varamadığımız
dünya teknoloji diye donatılan ama birbirimizi göremediğimiz
dünya bilgiyle bizi boğan ama en yakınımızdan bile habersiz kaldığımız
dünya dostlarım yaşamaya fırsat bulamadan yitip gittiğimiz bir yer.
kıpırdamayarak nasıl kir tutmaktan kurtulabilinir
kıpırdamayarak nasıl insan olduğumuza dair bir delil getirilebilir?
hizayı bozun, sıra yalan.
hakkıdır aklı tepen cinnetimin istiklal.
kalabalığın arkasından birkaç polisin hızlı adamlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. kürsüden ellerimi çekip uzaklaşmaya niyetlendiğim sırada, konuşmamı en önden dinleyenlerden, yirmili yaşlarında bir kadın yanıma yaklaşarak, sahne aldığınız bir yer var mı diye sordu. cevap verecek kadar bile zamanım yoktu. parkın içine doğru koşmaya başladım. "lan" diye bağırdı biri arkamdan. geliştirdikleri bu saygısız dil beni derinden yaraladı. yaralı halde koşmaya devam ettim. haftasonu olması işlerimi zorlaştırdı, park kalabalıktı. birine çarpar da özür dileyemeden yoluma devam edersem bunun vicdan azabıyla nasıl yaşarım diyen içimdeki sesi bastıramıyordum. ne olurdu bir seferliğine insanlık, beni iki büklüm etmeden, kusuruma bakmasındı. koştum, arkama bakamadım. kaçarken üzerinden atladığım çocukların saçlarını okşamak istedim, yapamadım. "yakalayın şunu" dedi biri, "kaçma lan" dedi başka biri. dönüp ona, havadaki bir taşa "düşme" demek ne kadar mantıklı diye sormak isterdim, soramadım. peşimdeki ayak seslerini duyuyor, yaklaştıklarını hissettiğimde daha da hızlı koşman gerektiğine, ipi başka türlü göğüslemeyeceğime kendimi ikna ediyordum. vücut ısım kaç haneyi sıcak bir yuva yapardı, hesap etmesi zor ama bunu düşünüyordum. tüm bunların içindeyken fark ettim ki ciğerim beş para etmiyormuş. ne verdiği havayı doğru düzgün alabiliyor, ne aldığı havayı hasarsız adrese teslim edebiliyordu. bayılacak gibi bir huzurla dolduğum sırada, ayaklarım yerden kesildi. feleğin çelmesi, yine bacaklarıma sırnaşıyordu. ben çok havalandım. bedenim kendi ekseni etrafındaki bir turunu birkaç saniyede tamamladıktan sonra yörüngesinden çıkarak yere uygunsuz bir iniş yaptı. daha yeni geldik demeye kalmadı ki üç kişi üzerime çullandı. tabi ya, altta kalanın canı çıksın. dirseklerim kan, ağzım burnum toz içindeydi. üç tane terli adam yüzüme yüzüme soluyordu. aralarından en göbeklisi, elindeki telsizle, toprağa kucak açmamızdan bir süre sonra gelip başımıza dikildi. "kaldırın lan şunu" dedi. yerden kaldırdıklarında beni "zahmet oldu, teşekkür ederim" dedim. "sus lan it" dedi biri. lanca konuştukları bu dili anlıyordum ama içime sindiremiyordum. iki kişi iki kolumu sırtıma kıvırıp beni önüne kattı. koşarak geldiğimiz yolu, yürüyerek kaç katı zamanda alacağımızı düşünmeye başladım. dizim sızlıyor, ensemden bir ırmak vücuduma akıyordu. parktaki insanlar yola sağlı sollu yerleşmiş belli ki onları selamlamamı bekliyordu. merhaba diye bağırdım merhaba. sol tarafımdaki polis, eliyle başımı bastırarak yüzümü yere eğdirdi. ben kendimden utanacak ne yapmış olabilirim ki diye düşündürdü beni.
meydana varmıştık. polis otosunun arka tarafına bindik üç kişi. hiç sıkışmayalım abi, siz gidin ben yürüyerek gelirim diyecek oldum, nereye gideceklerini bilmediğimden sustum. araç hareket etti. hala nefes alıp vermeleri normale dönmemişti. öndeki arkadaşlarıyla mesleki dayanışma içerisinde "nerede manyak var bizi buluyor" cümlesi üzerinde ittifak sağladılar. "lan" dememiş olmalarının huzuruyla gözlerimi kapayıp, yolculuğun tadını çıkardım.
nezarethanedeki battaniyelerden birinin üzerine oturup kalorifer peteğinin üzerinde duran poşeti kurcaladım. benden başka kimse yoktu içeride, belli ki işler durgun diye düşünürken diğer taraftan aldığım bir dilim bayat ekmeği kemirmeye koyuldum. sabahtan beri ilk defa mideme bir şey giriyordu ve biliyorsunuz ki kursaktan geçtiği andan itibaren ne yediğinizin hiçbir önemi yoktu. yalnızdım ve fakat ağzım doluyken yine de konuşmadım. poşetin içerisinden bir dilim ekmek daha aldım. fırından yeni çıkmış gibi kokmasa da fırından çıktığına yemin edebilirim. buluşma saatini bekledim, geç kalmayacak olmamın rahatlığıyla kendime birkaç tane şarkı söyledim.
iki kişi gelip karakolun odalarından birine götürdü beni. bunlar peşimde koşan polisler değildi. belli ki görevi bu yorulmamış arkadaşlarına devretmişlerdi. bir sandalyeye oturttular. masa başında bir memur ağzımdan dökülenleri kağıda geçirmek için yerini almıştı. biraz sonra aralarından en göbeklisi olan telsizli polis odaya girdi. tanıdık bir yüz görmek beni açıkçası sevindirmişti. gözlerim ışıldar gibi oldu ama heyecanımı belli etmedim. anlat dedi. bir şey söylemedim. üzerimde kimlik namına hiçbir şey yoktu. nerede oturuyorsun diye sordu. sanki ikametgah sahibi olmak bütün sorunlarımıza çözüm olacakmış gibi bir inançta olduğu ne kadar da belli. ardarda sorular sormaya başladı. cevap vermedim. sinirlendiler, hırs yaptılar, söylesene oğlum niye kaçtın dediler. kaçmadım desem nasıl bir tepki alacağımı düşünürken ben, meydanda ne işim olduğunu, valinin konuşması için mi oraya geldiğimi, bağlantılı olduğum örgüt olup olmadığını sordular. bu çağrışımla "aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler" dizesi aklıma düşer düşmez, konuşmaya koyuldum. faik'in parkta açıp bana okuduğu mektuptan yola çıkarak aklımda kalanları tekrarlamaya, başka hikayelerle süsleyerek burnumu çeke çeke anlatmaya başladım. başım önümdeydi, sesim zaman zaman çatallaşarak odanın içinde yankılanıyordu. hepsi birden susup beni dinlemeye başladı. komiser altına bir sandalye çekti. masa başındaki yüzümü daha iyi görebilmek için olacak sandalyesinin yerini değiştirdi. beni kovalayan polisler de o esnada dinleyiciler arasına eklendi. çok sevdim be abi dedim, ne vardı böyle bırakıp gidecek. ikimiz istedikten sonra ne engel olabilirdi bir araya gelmemize. halledemez miydik sorunlarımızı. sabredemedi, terk edip gitti. çok üzüldüm abi, evde duramaz oldum. dört duvarın arasında boğuluyordum. gezmek için meydana çıktım. baktım hazırlıklar yapılıyor bir konuşma için, çıkıp oradan onu ne kadar sevdiğimi anlatabilirsem haberlere falan çıkar bir şekilde sesimi duyururum diye düşündüm. sonrasını zaten biliyorsunuz.
bilirim dedi komiser, bilirim. iç geçirdi, bir gençlik hikayesinin onun da içini yaktığı ya da yakmasına heves ettiği belliydi. bir eliyle omzumu tutarak beni çok iyi anlamasını pekiştirdi. elimi yüzümü yıkattılar. üzülme dedi komiser. aç mısın oğlum diye sordu. çorba söyleyip karnımı doyurdular. komiser, çocuklar seni bıraksınlar polis otosuyla diyerek, en babacan yaklaşımlarını yaptı. ben giderim, zahmet vermeyeyim, teşekkür ederim dedim. hiçbirinin aklına "sus lan it" demek gelmedi. bir sıkıntın olursa gel diyerek beni uğurladılar.
üzerimde tek kuruş para yoktu. saatlerce yürüdükten sonra, aksayan bacağımla beraber eve geldim. her şeyi bırakıp gidecek kadar olmasa da komşunun balkonundan evime geçecek kadar cesaretliydim. daha sıkı hazırlanmak için evime girdim.
beni üzdüğünüz için özür dilerim.