hiç.
"söylediklerim aslında söylediğim gibi değildi" diye bitiyor hikaye.
kumbaranın açılmasına çok az kalmıştı. sonra hüküm.
elbette dedim, anlıyorum. tabi ki, sonuna kadar haklısın.
yurttan sesler korosunda sesim çatlıyor. giriş çıkış saatleri, saat aralıkları sıkıntı veriyor. bazı geceler bir uzatsam şu gövdemi dümdüz ovaya her şey geçecek gibi geliyor. en fazla sudan sebepler türetebiliyor ve iki avuç su için dayıyoruz yangın merdivenini gece yarısı göğe. uçmak için elverişli olsa da yangın merdiveni, iş düşmeye gelince merdivenin birinci katta bitiyor oluşuna hayıflanıyoruz. o yükselikten atlamak aksayan bir his katıyor insan bacaklarına. yaz kış fark etmiyor, akşam olunca hava serin. önünü kesecek hiçbir yükselti yok, ister istemez muhatap oluyoruz rüzgarla. otlarla yapma çiçeklerin, bölük pörçük toprakla asfaltın, ne şehir olabilmiş ne kenarda kalabilmiş beraberliğiyle kilometrelerce yürüyoruz. işe yarar hiçbir şeyden bahsetmediğimize eminim. bu sefer bir acemiyi de arkadaşın ısrarıyla yanımıza alıyoruz. bütün ışıklar ölü, otogarda uykuyla uyanıklık arasında, istekli isteksiz çalışan adamların "buyrun" deyişlerine doğru gidiyor yol. iki de bir "ya farkedilirse" diyor. duymamaya çalışıyorum, konuşmaların arasına giriyor tekrar tekrar aynı soruyla. bu kadar endişe bir çorba içmek için heba edilmemeli, ihtiyacın olur, sakla birazını diyemeyince "artık farketmez" diyorum, "çıktık bir kere". hızlı hareket etmiyoruz, her şeyin yatay olduğu saatler, dikey her şey dikkat çekiyor. değer veya değmez hesabı yapmıyoruz. oradan çıkabilmeyi istemek, çıkabilmeye cesaret göstermek, çıkabilmek ağrı kesici gibi. bir süre sonra her şeyi bununla bastırmaya çalışıyoruz.
-olur da polisle karşılaşırsak yurtta kaldığımızdan bahsetme.
-neden abi?
-çünkü saat üç.
-fena mı abi, belki bizi polis otosuyla bırakırlar.
-sen beraber çorba içtiğim en zeki adamsın.
ilaç etkisini yitirince sorgu başlıyor. ne olacaktı ya? neyi duymayı umuyordun? bu böyledir. imkansıza methiyeler dizmeden, heves etmeden, peşine düşmeden duramıyor insan. kendine el ediyor, olur veriyor. insan kendisini iknaya ne kadar yetenekli. olacak iş mi dememek için ne kadar gayretli. binlerce sebebe kör iken, bir ihtimale ümit bağlamaya ne kadar hevesli. şu azığımıza bak. azık deyince hemen metal sesleri. her şeyi donuklaştırıyor. çatalın, kaşığın, bardağın, masanın, sandalyenin metali. evet demir vücuda iyi geliyor ve yıllar sonra bir gün masa devrilince biri rütbesini konuşturuyor kalabalığa dönüp, icadıyla övünür gibi: bunlar niye metal anladınız mı şimdi?
yurdun olduğu sokağın çocuklarıyla hafta sonları ahbaplık ediyorum, çoğu ilkokul çağında. akıllarına ne gelse anlatıyorlar, yerinden hiç kıpırdamayan o siyah arabadan dolayı endişeleniyorlar, her biri kafasına göre bir hikaye yakıştırıyor ve çıkarımlarına çocuk elleriyle alkış tutuyor. metin sekizinde, metin'in mavi kazağı hep pantolonunun içinde, pantolonun paçaları gelmiyor bile bileklerine. aklına ne zaman düşerse o zaman odama geliyor, beraber matematik çalışıyoruz. parmaklarını sayarken tespihini bileğine alıyor. işaret parmağıyla kafasını kaşıyor. metin parmaklarını topluyor da bir türlü hesabı tutturamıyor.
-metin, sekizle altıyı toplayınca on üç ettiği nerede görülmüş?
-abi, parmaklarım öyle söylüyor.
seni katlayıp şu dolabın en güzel yerine koyayım da saklan, kal orada diyemiyorum. bahçede adımlarımızı birbirine ekliyoruz. ne güzel aylaklık. anlatıyor, soruyor, kahkaha atıyor, ciddileşiyor. uzak mı buraya abi orası diyor. otobüsle sekiz saat metin diyorum, bana arabayla ne kadar sürer onu söyleyeceksin diyor. ensesine patlatıyorum tokatı. biraz sonra, ne iş yapacaksın yani abi, anlamadım diyor. mesela biri sana sokakta haksızlık yapsa yanında olurum metin, savunurum seni, öyle işte diyorum. bu iş için para alınmaz abi diyor. ah şu düşmediğin çamura, şu kirlenmediğin dünyaya nasıl gıptayla bakıyorum. sefer sefer bahçelerine misafir olayım istiyorum. yoruldum deyip duvara sırtımı yaslayıp oturuyorum. bir eli omzumda, gözleriyle dizimi kurcalarken, babam diyor abi, motosikletle kaza yaptı ama biliyor musun ölmedi. onu hastaneye götüren ambulans kaza yaptığında öldü. bu ani frenle ön camından fırlayıp dünyanın, boşluğa düşüyorum.
/pılımı pırtımı toplayıp ortalıktan kaybolmak isteyen bir adam oluyorum. her şeyi tane tane, yalnız kaldıkça ince ince işlemişim. bir kez olsun hesap yapmadan, ne olacak demeden, ne derler diye düşünmeden, evet huzuru isteyip, belki yalnızlığı da ve hatta perişanlığı da göze alarak, belki yokluğumun acısını da çekecekler ama dostlarım gittiğim için siz bir parça kahrolmayın diye, ben hep paramparça kalıp kahrolmayı göze alamadım diyerek, anlayacaklarını umarak. biraz soğuk, biraz tren garı olsun, her şey sussun isteyerek./
üzerinden asırlar geçmiş, binlercesine tanıklık etmiş gibi gözleri. bu nasıl bir kabulleniş, bu nasıl bir dinginlik? yaslandığım duvara gömsünler başımı da gözlerimi görmesin istiyorum. metin sekiz asır yaşında. sesimi boğazımın duvarlarına çarpa çarpa, metin diyorum üzme beni. ben üzmem abi diyor, başkaları üzmüş seni.
insan yalnızlığından değil, yalnız bırakılışından şikayetçi. pişman olmaya sebep bulunmuyor, bir kişi bin pişman ediyor da, bir başına bir kere bile olamıyorsun. işte ben böyle uzak bir şehirde otururum, belki bundan böyle. belki bundan böyle ben hiç kıpırdayamam. milyonlarca sese karışırım. apar topar evden çıkmak, apar topar eve atmak için kendini, denizin karnını yara yara, yara bere, iki yakası bir araya gelsin şehrin diye bunca ilmek. ne çok efendi, ne çok köle. yağmurda şemsiye ölüleri. balık kokuları güneşli havada. hemen geçiyor burada her şeyin sarsıntısı. her şeye alışılıyor. nasıl arıtmıyor su, nasıl aratmıyor gelen gideni, nasıl hayret vermiyor hiçbir şey. bezginliklerimizin üzerinde kıyafetlerimiz örtülü. gözlerimizde demir parmaklıklar. dünya paramparça, her yan kesik. karmaşa bitmiyor. kimse dönüp bakmıyor. şuramıza kadar geldi. orası neresi. binalar dolusu yıkım. işte böyle. yetmiş yaşında osman bey, sabah karanlığında işe gelip, karanlık çöktüğünde çıkıyor işten. iş işten geçmiş oluyor. göz gözü görmüyor. sabah olsun bakarız. görünmüyorsun ne zamandır. zamanı mı şimdi? şimdi değilse ne zaman? düşündüğün gibi değil. vazgeç artık. kim inanır? üşendiğin kadar varmış. hiç gereği yok. biraz alsaydım. az kalsın oluyordu. gereksiz mi oldu? her şey eksik bunda. bunu alabilirsin, kalsın sende. ne çok var varmamıza, ne çok. kimsesizliği bile saran nice kimsesiz var, senin kimsen yok.
eski bir binanın en üst katı. haliç'i gördüğünü varsayıp bir kere bile bakmayı düşünmüyorum. masanın diğer ucunda oturuyor. bir daha nasılsa lazım olmaz diyerek bütün tanışmalara isimleri dinlemeyerek başlıyorum. merhaba.
-benden iyisi şam'da kayısı.
-kayısı sevmem zaten.
-o halde tek seçenek ben kalıyorum.
-kayısı sevmem zaten.
-o halde tek seçenek ben kalıyorum.
kendime bir seçkinlik atfedecek olsam kendimi affedemiyorum. kaldığımız evin perdeleri hep kapalı. dünya yok. başka bir aleme inşa edilmiş gibi bu ev. saat yok, gün yok. iki bardak için iki çay kaşığı kahve, bardak başına iki şeker, orta. az şekerli için bir, şekerli için üç. kaynayana kadar kalacak ocakta. anlaşılmıştır. bir kahve ve kırk yıl hatır. eline sağlık, beni dünyanın en mutlu adamı yaptın. şimdi şu kibriti yaksam, yanışını görmek değil de parmaklarım arasında bitişini hissetmek acı verecek. öyle değil mi? susarsak olur sanıyoruz. konuşmazsak geçer gider. bir bakıyoruz aramızda ölmek üzere olan bir çocuk yatıyor. geleceğin gırtlağını kesmemizi müteakip bir çocuk gömüyoruz, kefensiz. umutlarım ıslanmak üzere. bozuluyor sessizlik.
onun mutluluğu. bu değil.
sen beni bu anlamda mutlu edemediğin için ve bir şekilde bunu hak ettiğimi düşündüğün için başka biriyle bile olsa. hissettiğin belki bir tür rahatlama ama mutluluk değil. bundan mutlu olamazsın. neyse, bunları çok konuştuk. artık geriye bakmamaya çalışıyorum. bakmamam da lazım. yaptığım şeyden eminim, yapmak üzere olduklarımdan da. olan oluyor işte. sadece düşününce garip geliyor. mutlu olacağını düşündüğün yol bir zaman mutsuzluğun oluyor. mutsuz olacağını düşündüğün için vazgeçtiğin her şey hayalin. lazım değil, düşünürsün sadece. gereklilikten değil de düşündüğün için işte. olmaması lazım mevcut durumda, istediğimi seçtiğimi düşünürsek, hayattan ne beklediğimle orantılı davrandığımı hesaba katarsak bir sıkıntımın olmaması lazım. karar verdiğin anda yani bir yol seçiyorsun kendine. sadece aşkta değil, her şeyde. ve bir süre sonra seçtiğin her şey yanlış, seçmediğin her şey güzel. ve vazgeçtiğin her şeyden pişman oluyorsun. pişman olmamak lazım. lazım işte. pişman olmasan zaten lazım demezsin. elveda.
aklım bıçaklara gidiyor. bu tamamlanamamışlık beni kaldırıp arşa, vuruyor yere. dökülüyor içimin sıvaları. çürük kokusu bırakmıyor burnumun yakasını. alelacele çıkıyorum. kusmam lazım, cümlelerimi toparlayamıyorum. kaçırsam aklımı, ne fidye ödeyen çıkar, ne peşinden koşan. düşürsem şuraya, peşimden getirecekler belki. kurtulmam lazım. ayaklarım beni sürüklüyor. ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. zihnimden hiç geçirmiş değilim. yokuşun sonundan sağa sapıyorum. ellerim nasıl kirli. buharlaşan camından içeri bakıyorum. sığınacak tek yermiş gibi. her şeyi buraya bırakıp çıkabilecekmişim gibi. içeri giriyorum. küçücük bir yer burası. üç-beş sandalyesi var, birkaç da masa. köşeye geçip oturuyorum, okunmamaktan sararmış kitapların hemen altına. ne kadar öylece kaldığımı bilmiyorum. çayını ocaktan alıp geliyor yanıma. rast gelebilirsek konuşuyoruz. bir kere bile sözleşmiş değiliz, orada buluyoruz birbirimizi. söze giriyor, söze giriyorum. çok nadir konuşmanın başındaymış gibi yapıyoruz. bazen ayrılırken ancak soruyoruz birbirimize "nasılsın" diye.
-nerelerdesin sen?
-sıkıştım kaldım, sorma. sor manasında sorma diyorum yani. zaten nerede birisi sorma diye cümleye başlıyorsa, bil ki böyle. annem babam beraberler şimdi. onlarla uğraşıyorum. gitsem sıkılıyorum, gitmesem yine sıkılıyorum.
-baban sabit ikamet sahibi mi oldu?
-yani sayılır. yine seyyar ama biraz eve de alışır umarım.
-adamı niye yerleşik hayata geçirmeye uğraşıyorsunuz yahu?
-geçiremiyoruz. babam sokak sakini benim. damı asuman olmayan yerde yatmam diyor.
...
-şiiri biliyor musun?
-hangisi?
-"köleler gölgeleri özlerdi, ben utanırdım sana biriktirdiklerimden"
-kimin şiiri?
-faris kuseyri.
-"köleler gölgeleri özlerdi, ben utanırdım sana biriktirdiklerimden"
-kimin şiiri?
-faris kuseyri.
...
-insan tehdit altındayken onu korunmasız duruma sokan kişiye ilk neyi sorar ?
-çoluğun çocuğun da mı yok diye sorar.
-hayır, kimsin diye sorar. ben, "senin kardeşine böyle yapsalar hoş olur mu" diye sorarım. saati de sorabilirim, "sigara var mı?" diye de sorabilirim. hiç tehdit altında savunmasız kalmamışım anlaşılan.
-çoluğun çocuğun da mı yok diye sorar.
-hayır, kimsin diye sorar. ben, "senin kardeşine böyle yapsalar hoş olur mu" diye sorarım. saati de sorabilirim, "sigara var mı?" diye de sorabilirim. hiç tehdit altında savunmasız kalmamışım anlaşılan.
...
-kadının biri orospuymuş afedersin, o öldürürmüş gerçeğiyle. benim gerçeğim kendimi öldürüyor sadece
-senin neren gerçek be?
-biraz gerçek. asıl senin neren gerçek?
-ele gelir yanlarım var.
-"ölümle gerçek birbirlerine benzer. gerçekler de insanı öldürdüğü için ölüm gibidir. ben bir insanı öldürdüğüm zaman, onu bıçakla değil, gerçekle öldürürüm. bu yüzden korkuyorlar; beni yok etmek için bu yüzden acele ediyorlar. bıçaktan korkmazlar. onları korkutan gerçeğimdir " ben ele almadım, bilemem. dişe dokunurum ben de.
-hah şöyle, insan kendini bilmeli.
-"düştüm ibret aldım kalktım unuttum" benim için sen bu cümlede gizlisin. biliyor musun:
"korkmuyorum artık solmaktan
solmaktan ve solgunluktan
gelmişim nerelerden böyle
kurumuş bir dere yatağı gibi
ya da pek kurumamış da
baygın, hasta ya da cançekişen
çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
yorgun düşerek taşımaktan
ve ne çıkar ayırmasam kendimi
suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan"
-kim demiş?
-ben ruhi bey. ve "ve uzak bir varlığa konuştuğum doğruysa ve eğer bugün olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru olarak yeryüzüne yağarsan - şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş olmandan gelir. hayatta daima yalnız bir adamın düşü ol, bir aşığın sığınağı olma sakın." canım sıkılıyor benim. alıntı yapıp duruyorum. geç olmuş. çekirdek çitlemek ve evde çıplak dolaşmak istiyorum.
-ne engelliyor seni?
-sen. özel şeyler bunlar. ayıbın yerini özel aldı.
-hiç bir şey için geç değil, ölüm dahil.
-öyle mi dersin? bilemedim.
-tabi. tam zamanında öleceksin
-her şeye geç kaldım diyerek battım ben oysa. sen şimdi umut gibi hiçbir şey için geç değil diyorsun. benim bugün dürüst olmam gerekiyor. ben anlattığım kişi değilim. kurmacayım.
-kim olduğunu çıkaramadım evet.
-zaten artık kimse olmadığım için bütün yorgunluğumu, bütün paylaşamadıklarımı tanımadığım birisiyle paylaşmak rahatlatır sanıyorum.
...
-ay bile tutuluyor, ki üstünde ot bile bitmez, bizi tutan yok.
-dinamitlik yapma, elinde patlayacak her şey bir gün. seçmek zor şey ama rahatlatır.
-karar kılamıyorum.
-karar kıl ama kararında kıl, abartma.
...
-"ankara'da aşık olmak zor iki gözüm" demiş miydim?
-demesen de bilirim, ben denedim de gördüm.
-neticeye ne zaman varıyorsun?
-varmak, geri gelmek. netice yolunda olalım yeter. "soluk koşarken alınır". küfretme.
-bana bölünme problemi örneği gerek.
-bana bölünme problemi örneği gerek.
-ekmek bölmek olur mu?
-ekmek bölünürken ses çıkarmaz, tam da istediğim örnek.
-hiç şefkat hissiyatının, aşk ya da muhabbetten öteye geçtiği oldu mu sende?
-hiç geri kaldığı oldu mu diye sor bakalım.
-dünyanın başka yerlerinde, başka başka insanlar aynı şeyleri aynen yaşar. ben buna inandım bu hayatta. sadece simalar değişir. bu benim tecrübem.
...
-ben ona diyecektim ki bildiğin gibi değil ama anlatamazdım biliyorum.
-bak, ben sana bir şey söyleyeyim mi? benim hayatımdaki en büyük burukluklarım, bir kadının hayatından hayal kırıklığı olarak geçip gidince yaşadıklarım. bu bir çeşit tufan, bir çeşit taş yağması başıma. insanı incelten her ne varsa; ardından tedirginlik, hüzün, sitayiş, acı. kitaplar, şiirler, ince adamların derin lafları. yakılası şeyler işte. hepsi çok bencil çok. hem de bilerek yapıyorlar, bir yerlerde birilerinin kendileri gibi olması için yapıyorlar.
-"ey şair, ey dilenci. kanatsız, mızmız, sözün köpeği"
-ben dünyaya yine gelseydim, acaba bu şekilde mi yaşardım bilemem.
-"bir daha hangi ana doğurur bizi" diyor ahmed arif.
-ah ulan ahmed arif. serçe parmağımın kalınlığı kadar bile değil yazdıkları ama işte bak halini değiştiriyor.
...
-ne zamanki "alır seni kaçarımlar" bitti, "benimle gelir misin?"ler başladı, o zaman çıktı dünyanın çivisi.
-onlar daha iyiymiş emin ol. neye sevdalandığını, neyi istediğini daha iyi biliyorsun. çokça geniş bir dünyan olmadığından rahatsın, geniş taleplerin yok. mutluluk daha yakın ve ulaşılası. ama artık piç oldu hepsi.
-"bak, çöpçüler bu geceyi de piç edip süpürdüler"
-bak, bütün kadınların bana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ben. hepsini ancak benim anlayabileceğimi ve huzur verebileceğimi. anlıyor musun? "sine hahem şerha şerha ez firak, ta biguyem şerhi derdi iştiyak" iştiyak ve aşk derdimi anlatabilmek için sinesi paramparça adam isterim diyor. bunu ilk okuduğumda ağlamıştım anlamaktan. sonra da anlamıştım ağlamaktan. "insan aklı kolaya kaçmakta ne kadar esenliklidir" der ibni sina. sonra bak ikbal ne diyor "hestem eger mirevem, veger nerevem nistem" gidersem varım, kalırsam yokum. pislik durunca bulaştı bize. biz unuttuk gezmeyi. benim bu konuda aklım ve dilim dertli ve doludur. dil de kalp demektir işte.
-kalbimiz dursa yaşadık desene.
-durduracak kadar yaşayansan ayağını öperim. "aşk arzunun gözüdür" der plotinos.
-nereye bakarsan, öyle yakar mı demek istemiş? zıvanadan yeni çıktım, üşütmesem bari.
-bak sana bir şey söyleyim mi? augustinus şöyle dua edermiş "tanrım bana iffet ver. ama şimdi değil" samimiyet bu. tüm edepliler, edepsizliğin tadını iyi bilenlerdir. rahat ol, hepimizde aynı sancılar.
...
-çoğu zaman çok sıkıyorum sevdiğim elleri ben. insan bir aşıkken canavar olsa bazen doya doya. ben mesela isterdim bunu bir defa.
-akşamdan aklıma taş kaçmıştı benim. şimdi şöyle yuvarlanır cümle. bugün dediğimiz şey, insanın benliğiyle olan alakasını koparırken, öte taraftan da ben'ine döneni büyük bir uçurum önünde araf halinde bırakıyor. bir bölünme hali yaşanıyor kısacası. öyle mi olayım, böyle mi? ama insan elinden benliğini de bırakamıyor, zira bir defa farkına varınca elden de çıkmıyor. o yüzden farkındalık bir hastalık hali.
sabah bir bahçede açıyorum gözlerimi. tepesinde gök, göğünde bulut. kafamın içinde "waiting for the miracle" çalıyor. biliyor musun kendi penceremizden algıladığımız şey sadece bize göre gerçek ise ya da bizim gerçeğimiz saydığımız algıladıklarımız ise dünyada olan biten her şey yok sayılmış olur. insanı kendisiyle baş başa bırakamayız diye düşünüyorum. bu bizim insan olmamız tamlamasına aykırı olur sanırım. ya da şöyle olsun: kendi algımız dışındakileri yok saymak vicdandan soyutlanmayı gerektiriyor. rahatı bulmuş herkes kendi algısına sarılarak, dışında olan her şeyi değersiz kılar. bu da beraber yaşamanın, bu dünyada varolmanın anlamını kaybettirir. demem o ki; gülüşün ne güzel.
uzak bir şehirdeydim, günleri birbirine eklersem bu mesafe kapanır gibi geliyordu. benim iki kolum da yoktu. bir gün diyordum elele tutuşabilecek miyiz? "olacak hissi girip yerleşti içime" diyordu. yağmurda akşam oluyordu, koşarak girdim istiklal caddesi'nden içeri. bütün yüzlerde arıyorum. bakarken insanlara, artık ne kaldırım taşları altında kum olduğunu, ne de sokakların denize açıldığını düşünüyorum. adına insan denen bu kan emici, bu acıyla beslenen aç gözlü, bu gözyaşıyla büyüyen diken, insanlığa dair hiçbir umut bırakmadı. size, ettiğinizi çekesiniz bile diyemiyorum. bunu anlayabilecek kafaya ve hissedebilecek ruha sahip değilsiniz. kahretsin ki sayınız, rezilliğinizden daha fazla. lanet olsun ki bir kere bile sizden başka herhangi bir insana yaşama hakkı vermediniz ve bunun değişebileceğine dair hiç umudum yok. ne yapalım. yattığı uykusu mutlu bir sabaha ayarlı bir çocuk olalım. bir gün dayatılmış ne varsa yıkıntısının üstünde, birbirimize bakarken bunu milattan sayalım. ankara'ya yağmur yağacak olsun ve bir gecenin "kalbimin atışını dinleteceğim sana" diye başlayacağına inanalım.